6 Ocak 2010 Çarşamba

Şarkılar Bir Şeye Yaramaz

Hem öyle, hem değil. Elbette daha çok dinleyene ulaşmayı gönül isterdi, ama sayıları değil, niteliği hedeflemişiz. Çok satsak bu kez “nerede hata yaptık?” diyeceğim. Özgüven eksikliği. Aynı biçimde çok iş yapan, sağlam para indiren bir “sanatçı” olsam, bu kez Karakutu müzisyenlerinin para için çaldığını düşüneceğim. Para kazanmak bu projeye dâhil olanların akıllarındaki en son şey olunca, “kıymetim biliniyor” hissine kapılıyorum.

Yazma rutininiz nasıl? Karakutu’daki şarkılar uzunca bir dönemde çıkmış şarkılar. Bu vakit sıkıntısıyla ilgili bir durum mu yoksa doğru zamanı beklemek amaçlı mı?

Yazma rutini başladın mı bitmeyen bir takıntı süreci. Yani, “yahu yeni albüm yapmak lazım, bir iki şarkı icat edeyim” biçiminde değil, tam tersine, durduramadığım bir süreç. “Yaş olmuş 55, zaten belki yüz, belki iki yüz kişi ilgileniyor, sponsor yok, plak şirketi yok, her şey cepten. Ne anlamı var ha bire şarkı üretmenin?“ diyorum, ama kafa durmuyor. Kafada üretmek özel bir vakit ayırmayı gerektirmiyor, ama bunları gerçekleştirmek için ayırabildiğim vakit maalesef hayatımın yüzde biri falan.

Albümü internetten yayınlamak fikri, aracıları ortadan kaldırmak amaçlı mı? Internet ve MP3 teknolojisinin dinleyici ulaşma konusundaki avantaj veya dezavantajları hakkında neler diyebilirsiniz? Plak şirketleri ölü mü artık?
Aracılar kendilerini ortadan kaldırdı zaten. Internet olmasa şarkıları kaydetmeye girişmeyebilirdim. Internet sadece benim dinleyicime özgürce ulaşmak için bir araç olmanın dışında, böyle bir dinleyicim olduğunu fark etmemi sağladı ki, bu da her şeye rağmen devam etmek için yeterli neden.

Şarkıları siteye tamamlandıkça koydunuz. Albümü bir bütün yerine şarkı-şarkı algılamak nasıl bir fark yaratacak sizce? Tüm şarkıların tamamlanması ile ilgili bir tarih var mı kafanızda?

Proje iman gücüyle gerçekleştirildiği için herhangi ciddi bir program yürütmek olanaksız. Devlet, polis, ev sahibi, market, işveren, yönetici, vergi dairesi, belediye ve tüm diğer ülke koşulları izin verdikçe parçaları kaydediyoruz. Şarkıları tamamlandıkça koymak İnternetin açtığı bazı kapıları kullanmak fikrinden kaynaklandı: Birincisi, meraklısı için, albümün gelişme aşamalarının yaşanması. Bir diğeri, İnternetin “sıvı” bir medya olması, yani buraya koyduğunuz hiçbir şey “son hal” olmak zorunda değil. Herkes farkında olmayabilir ama çeşitli aşamalarda upload edilen şarkılar aslında hafifçe farklı mixler olabiliyor. Dolayısıyla albüm – belirsiz bir tarihte tamamlanmak bir yana – bir gün herhangi bir “hard copy” formatta yayınlanırsa, o zamanki “son hal” mixleri de farklı olabilir.

Müzik dışındaki işlerden hayatınızı kazanıyorsunuz. Bu olaya bakışınızı nasıl etkiliyor? Daha doğrusu genel anlamda Türkiye'de profesyonelliğin hala tam oturmaması çıkan işleri nasıl etkiliyor?
Müzik dışında işlerle – esas olarak çevirmenlikle – hayatımı kazanabiliyor olmamı bu ülke koşullarında büyük bir şans olarak görüyorum. Müzikle hayatımı kazanmak zorunda kalsam, ya ben yanmıştım, ya da müziğim. Elbette keşke bütün vaktimi müziğe ayırabilseydim, ama bu çok şey istemek olurdu. Türkiye’de profesyonellik gayet güzel oturmuş, da nereye oturmuş ayrı mesele. Çok şükür hala, biraz da olsa, amatörlük var da iyi şeyler çıkıyor. Çoğunlukla da, maalesef, bu durum profesyonel olana kadar sürüyor.

Çoğunluk sizi bir müzisyen, söz yazarı, prodüktör olarak bilse de, önemli bir çevirmensiniz ve ressamlık da profesyonel uğraşınız. Bu uğraşlar arasında bölünüyor musunuz? Yoksa hepsi birlikte mi yürüyor?

Herhangi bir sabit gelirim olmadığı için çeviri işi geldiği sürece yaşayabiliyorum, bu nedenle öncelik orada. Resim yapmak ise müzikten bile daha masraflı bir uğraş, çok uzun zamandır yapamıyorum. Çok da doldum, yeniden resim yapmanın bir yolunu bulacağımı umuyorum.

Sizi şahsen tanıyanlar sizin için “ayaklı kütüphane” tabirini kullanıyorlar. Bu bilgi birikimi dışında pek çok alanda bilginizi paylaşmanızla da oldukça saygı duyulan birisiniz. Bu bilgiler ışığında birlikte çalıştığınız onlarca genç müzisyeni de düşününce; yeni kuşak müzisyenleri, müzik ortamını, paylaşımı nasıl buluyorsunuz?

Az önce sözünü ettiğim “ülke koşulları” düşünülürse, yeni kuşaklara çoğunlukla hayranlık duyuyorum. Artık büyükşehirlerin dışında, memleketin her köşesinde dürüst müzik yapmak isteyen ve gerekli eğitim ve kültüre sahip olmaya kendini adamış binlerce genç insan var. Bu çok umut verici…
Türkiye'deki canlı müzik sahnesini nasıl buluyorsunuz? Kendi konserleriniz veya gittiklerinizle ilgili izlenimleriniz?

Aynı gelişime koşut olarak canlı müzik sahnesi de gelişiyor elbet, müzisyenler de, dinleyici de daha iyi bir ses duymak istiyor. Sahnede çok inandırıcı bulduğum gruplar var artık; Pentagram, Duman, Mor & Ötesi, Kaçak mesela. Bu konuda sınıfta kalan ise performans barları: bugüne kadar sahnede “oh be ne iyi ses çıktı” dediğim bir yer olmadı, monitör sorunu yaşamadığım tek konser Babylon oldu sanırım, bir de Masstival’de dış ses iyiydi galiba. Ama barların çoğu hala rezalet durumda, şu işleri halletseler artık!

Dünyadaki yeni müziklerle aranız nasıl? Yeni sanatçılardan sizi etkileyenler isimler var mı?

Gerçekten “yeni” denebilecek çok az şey var. Bu kapsamda şu an aklıma gelenler Björk ve Battles. Bir de yaptıkları çok yeni bir müzik olmasa da çok beğendiğim birçok yeni sanatçı var, Muse, Mars Volta, DJ Shadow, DJ Spooky, Placebo, Sigur Ros, Wolf Mother, Ian Brown, Tool, Perfect Circle, Esbjörn Svennson (ruhu şad olsun) sayabilirim.

Karga Mecmua 25 Nisan 2009

Saat Dursa da Akar Zaman

Albümde toprağa dair hikayeler var. Bu çok yüzeye çıkmasa da o toprağın kokusunu hissediyorsunuz. Örneğin 'Nerede Ellerin', 'Kazıcılar', 'Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm', hatta farklı bir anlamda yazılsa da 'Hücre' için bile bunu söyleyebilirim. O halde toprak ve insan ilişkisinden bahsedelim.

Murat Özyüksel: Toprak - insan ilişkisi tarihçi kişiliğimden kaynaklanıyor olabilir. Aynı zamanda grup olarak politik söylemimizde, emekten yana bir tavrımızın olması da buna etken. Daha doğrusu yaşama dair ne varsa şarkılarımıza doğal olarak yansıyor. Bunun içinde yalın bir sevgi olabileceği gibi, toplum olarak yaşadığımız sıkıntılarla ilgili temalar da ön plana çıkabiliyor. Bazı çalışmalarımızda da yaşadığımız günlerle, tarihsel birikimimiz birleşebiliyor. 'Kazıcılar',' Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm' de olduğu gibi. 'Nerde Ellerin'i bestelerken bu bağlamda düşünmedik. Ama söylediğiniz toprak ilişkisi orada da var. Sözleri Hasan Hüseyin'e ait olan bu şarkıyı, yeni dünya düzenin ülkemize yansıyan çeşitli boyutları, tarım, madencilik sektörlerinin itildiği durum, Bergama köylülerinin direnişi gibi faktörler bize çekici geldi. Hücre ise, 'Hücre' de yine bu topraklarda yaşadığımız çok acı bir Süreçle ilgili. Bu şarkı yapıldığında açlık grevleri henüz başlamamıştı. O düşünceyle yazılmadı. Ama F tipi cezaevlerinin sorgulandığı bir dönemdi. Ece Temelkuran'ın 'Hücre Sabır Tanımaz' adlı yazısı üzerine bu şarkıyı yaptık. Yani toprak hikayesi özel olarak kurgulanmış bir proje değil. Ama, proje albüm perspektifinde dinlenilirse, kafa yorup, satır aralarına bakılırsa bu dedikleriniz ortaya çıkıyor. Belki aynı gözle bakıldığında özgürlük teması da ortaya çıkacaktır.


Hücre şarkısı siyasi bir şarkı. Ama başka açılardan da bakılabilir bu şarkıya. İnsanın kendi içinde yarattığı hücreler ve bölünmeler gibi...

M.Özyüksel: Bu şarkı bildiğimiz, klasik anlamdaki hücre için yazıldı. Bunu vurgulamak isterim. Ama dediğiniz açıdan da bakılabilir. Toplumsal anlamda da hücreler içersinde yaşadığımız bir gerçek. Aile kurumu, eğitim, askerlik, devlet gibi kurumların yanı sıra o güne kadar 'kazandıklarımızı kaybetme korkusu gibi dürtülerle biraz da kendi kendimize ördüğümüz duvarlar var.


Siz bir eğitmensiniz. Peki aile, eğitim gibi kurumların kutsallığına inanıyor musunuz?

M.Özyüksel: Hayır, hiçbir şeyin kutsallığına inanmıyorum. Hepsi sorgulanır. Bu anlamda biraz sofist, hatta biraz da anarşist sayılabilirim. Jan Jack Rousso'nun yazdığı gibi, ilk toplumlarda böyle şeyler yoktu. İnsanlar milyonlarca yıl çokeşli, anaerkil yaşadı. Ataerkil sonradan geldi. Bu bağlamda kabile toplumu bile insanlık tarihinde devrimdir. Kabile öncesi dönemi ve bizim modern yerleşik uygarlık dediğimiz yani 7 bin yıl gibi bir Süredir insanlığın göç etmeden yaşadığı dönemleri düşünelim. Değer yargılarımızdaki değişimler ilk anda inanılmaz gelebilir.Kabile toplumunda henüz aile yok, en küçük sosyoekonomik birim olarak klan var. Sonra Roma İmparatorluğunda aile denildiğinde, bildiğimiz çekirdek aile anlaşılmıyor. Pater familias var. Kapitalistleşme Sürecinde çekirdek aile ortaya çıktı. Dolayısıyla hiçbir şeyi kutsal bir dogma olarak kabul edemeyiz. Örneğin; Atina, 5.yüzyıldan önce bütün tartışmalara kapalıydı. Her şey tanrısal kabul edilirdi. İlk kez Sofistler ' hayır, her şeyi tartışabiliriz' diye ortaya çıktı. O günden sonra Atina, düşüncenin en zengin olduğu bir kent haline geldi.Ve hala Atina, düşünce, felsefe deyince başvurmak zorunda olduğumuz bir kent konumundadır.Çünkü onlar aile, devlet, din ve sınıf gibi her şeyin tartışılır olduğunu ortaya koydular.


Bu toprak meselesine tekrar dönersek, 'Kazıcılar' da 'toprak hiç kimsenin değil' diye bir üst başlık atılmış. Bu başlığı koymakla bunu da onaylıyorsunuz. Burada mülkiyete ve sınırlara karşı da tepki var.

M.Özyüksel: Bu şiir 17.yy yapılan Diggers hareketi için yazılmış. Çok az insanın ilgilendiği bir konu tabii ki. Ama evrensel bir yanı var. Aynı Karacaoğlan'nın şiiri 'Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm'de olduğu gibi. Şimdi birisi üç derdim var diye bir şey yazsa; birisi ayrılık, biri ölüm diğeri de yoksulluk der. O evrensellik, Kazıcılarda da var. Kalıcı olmak, zamana karşı direnmek denilen şey bu. O dönemlerde Kral Charls'a karşı burjuva devrimi yapıldı. Bu insanlık tarihini ileriye götüren, feodal yapıyı kıran, avam kamarasını iktidara taşıyan, bir devrimdi. O devrime katılan insanlar, o Süreç içersinde devrim cephesini kurdular. Bu cephe, devrimden sonra parçalandı. Yine o dönemlerde daha ileriye gitmek isteyen, radikal küçük burjuva hareketi vardı. Onlara da 'Düzleyiciler ' deniliyordu. Daha solda, mülkiyete karşı çıkan bir hareket doğmuştu. İşte onlar da 'Kazıcılar ' dı. Kazıcılar da gidip kimsenin yaşamadığı St. George tepelerini ektiler. Komün halinde yaşadılar. Ama idiaları tehlikeli bulundu. En sonunda güvenlik güçleri tarafından dağıtıldılar. Onlar insanlık tarihini düşünceleriyle zenginleştirdiler. Bizde de yarı feodal, hatta kapitalist mülkiyet ilişkileri içinde Adana'da toprakta çalışan sefalet içinde yaşayan köylüler var. Demiryolu belgeselini çekerken birebir gördüm. Günde üç milyon liraya bütün bir aile çalışıyordu. Bu durum sorunun evrenselliğini ortaya koymuyor mu?


Albümün politik bir yapısı olsa da bu estetize edilerek sunuluyor dinleyiciye. Yani sloganvari bir tavrınız yok. Lirizim dozu çok yüksek. Sanırım bu şiire yakın durmanızla ilgili bir şey. Belkide o estetik kaygıyı taşımanızdan kaynaklanıyor.

M.Özyüksel: Slogan olursa sanat olmaz. Tamamen politik şarkılar yapıyoruz demektense yaşadığımız hayata dair şarkılar yapıyoruz demek daha anlamlı olur. Biraz önce sözünü ettiğimiz sorunları bizim yaratmadığımız açık. ama o sorunlardan yoğun olarak etkilendiğimizde. Duyarlı olduğunuz konularda üretirsiniz. Tersten ifade edersek o sorunlar olmasa, bu şarkılar da olmazdı. Şiire gelince, şiirin kendi içindeki müzikalitesi, ritim duygusu ve yarattığı duygularla, müziğimizin karşılıklı iletişim halinde olduğunu düşünüyorum. O şiirlerle bütünleşmesek, bize hitap etmese, -biz yazmasak- bile böyle bir Süreç başlamaz. Başlasa bile yarıda kalır. Böyle bir şiir gördüğümde örneğin Afşar Timuçin'in şiiri beni heyecanlandırıyor. 'İyi şiir yazabilsem, böyle yazardım' diyorum. Belki neden şiir sorusuna verebileceğim en iyi cevap bu. Sıradan şarkı sözü olacağına, böyle müthiş şiirlerin olması bana göre daha iyi. Ayrıca yaşayan şairlerin şiirlerini şarkılaştırdığınızda, eğer dostluğunuz da varsa onların desteği ve beğenisi ayrı bir güç veriyor. Ama ille de bu şiir bestelenmeli, ya da bu şiirleri daha geniş kitlelere duyuralım gibi dertlerimiz yok. O şiirler kendi başına güzel zaten. Bizimki sadece yorumlama, farklı bir sunuş.

Ali Erenus: Her şiir, şarkı formatına uygun olmayabilir. Çok iyi bir şiir her zaman çok iyi bir şarkı olmayabilir. Şiiri okumaya başladığınız zaman, daha ilk mısrada, bazı şiirler şarkısını söylemeye başlar. Bugüne kadar iyi veya kötü yazdığım, dört beş tane şarkılaştırdığım şiir var. Onlarda o etkilenmeyi, çok yaşadım. Okumaya başladığımda şarkı zaten söylenmeye başlıyor.

M.Özyüksel: Aynen katılıyorum. Bazen ısmarlama şarkı yapılıyor. Adamın mesleği bu, bir takım insanlara söz yazdırılıp, albüm yaptırılıyor. Belli kalıplar uygulanıyor. İşte herkesin kulağına uyacak melodiler bulunuyor. Yani bizim yaptığımız albümlerde, hiçbir şekilde özellikle şarkı yapmak için aranmış şiir yoktur. Birden bire şiir okurken, ritimler gelmeye başlar. Bu çok da anlatılacak bir şey değil. 'Nerde Ellerin' şiirini Yıldız yokuşunu çıkarken yaptım. Şiir daha önceden aklıma takılmıştı, hep kafamda o şiirdeki sözcükler dolaşıyordu. Bağıra çağıra o yokuşta okumaya başladım.Eve vardığımda hemen gitarı alıp, notalara döktüm. Tabii ondan sonra üzerinde ciddi bir şekilde çalıştık.


Daha önce Işığın Yansıması ile çalışmalarınız olsa bile, sadece bu albümde vokalde yer aldınız. Neden? Ali Erenus: Ankara'da yaşıyordum, beraber çalışmamız için zaman ve mekan çok uygun değildi . Şu anda İstanbul'dayım ve beraberiz. Daha önce bir çok grupta çalışmama karşın, Işığın Yansıması çok özel. Bu grupta bir terslik var. Yaşadığım her grupta, mutlaka bir tartışma, çekemezlik oldu. Ama bu grupta böyle bir şey söz konusu değil.O terslik hala devam ediyor.


Bazı şarkılarda sesinizi operacı gibi kullanmışsınız.

A.Erenus: Onbeş yaşından bu yana şarkı söylüyorum. Sanatçı olarak değil de kendimi bir şarkıcı olarak görüyorum. Üniversite'de müzik eğitimi aldım. Orada bir ses nasıl kullanılır, duygu nasıl daha fazla verilir, hangi tekniklerle şarkı daha iyi söylenir . Bütün bunları oraya girdikten sonra öğrendim. Operaya gelince söylemek istediğim şey opera değil. Doğru şarkı söylemek istiyorsanız mutlaka bazı tekniklerin üzerinden yürümek lazım. M.Özyüksel: Ben Ali'nin opera tarzında şarkı söylüyor yorumunuza katılmıyorum. Ali, opera konusundaki donanımından da yararlanarak, rock söyledi. 'Operacı' gibi söylemek benim çok tutmadığım bir şey. Ali, işi daha da güzelleştirmek amacıyla bazı opera tekniklerinden yararlanmış Doğrudan operacı tekniğiyle söylediğini düşünmüyorum.

A.Erenus: 'Nerde Ellerin'de albümde çoğunlukla göğüs sesi, bazı yerlerde de şan teknikleri kullanıldı. Şan teknikleri çok bazlıdır. Bir şarkıcının o teknikleri minimal kullanması lazım. Yoksa televizyonu açtığınızda gördüğünüz on kişiden dokuzunun söylediği şarkı gibi söylemeye başlarsınız. O da doğru bir şarkı söyleme tarzı değil.Eğer bunu söylüyorsanız, ona katılırım. Ama yüzde doksan göğüs sesi kullanıldı.


Zaten bu yorum birkaç şarkıda var. Genelde diğer şarkıları farklı tekniklerde söylemişsiniz. M.Özyüksel: Örneğin Lavinia şarkısını başka türlü algılamıştık. Özdemir Asaf'ın oğlu Olgun Arın, Lavinia'nın gerçek hikayesini anlattı bize. Babasının nasıl bir aşk yaşadığını en ince ayrıntısına kadar anlattı. Biz de oğlunun isteği üzerine, Özdemir Asaf'ın hangi duygularla bu şiiri kaleme aldığını göz önünde tutarak yaptık. Yani Ali'nin bu şarkıdaki yorumu şairin oğlunun isteklerinin göz önünde tutulduğu bir yorum, karşılıklı saygı gereği...


Başka insanların öykülerine girmek nasıl bir duygu?

A.Erenus: Şiirleri okuduğum zaman elbette etkileniyorum, ama müzikle beraber olduğunda etkisi daha farklı oluyor. O zaman ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. Hikayeyi özümsemek gerekiyor, o olmadığı zaman yapmacık oluyor. Şu anda karşınıza frakla da çıkabilirim. Ama bu çok komik olur. Üstünüzde sırıtır. Mesela yazdığım, bestelediğim şarkılar oluyor. Bazen üzerime oturmadığını hissediyorum. O zaman arkadaşlarıma veriyorum o şarkıları.

Örneğin 'Kendi Gücüne Güven' şarkısını pek beğenmedim. Belki bunda klavyenin etkisi de olabilir.

A. Erenus: Albüm hakkında daha önce yaptığınız kritikde klavyenin pop tarzında çalındığını ifade etmişsiniz. Buna katılmıyorum. Örnegin, Supertramp'de de bu tür piano soundları var.

M.Özyüksel: Eğer klasik deseydiniz bu söylediğinize katılırdım. Çünkü klavyeyi çalan arkadaşımız poptan hiç hoşlanmadığı gibi, Devlet Opera ve Balesinin şefidir. Klasik müziğe yöneliyor deseydiniz olabilir derdim.


Rock müziği ile ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Rock önceye oranla daha yaygın. Pop ilerde yüzünü rock'a dönebilir mi?

M.Özyüksel:Türkiye'de bir çok şeyin içi boşaltıldı. Rock için de bunu düşünüyorum. Oysa ki rock'ın, ya da benim kafamdaki rock'ın felsefi bir boyutu var. Radikal olmasa bile muhafazakar olmayan, uzlaşmayan, başka bir dünyayı savunan tarafı var. Bir derinliği var. Pop adı üstünde, popülerden geliyor. Kolay

tükenen bir tarafı hatta amacı var denilebilir. Bu yüzden daha yüzeyseldir, belli kalıpları vardır.Adeta klip formatındadır. Dünyada da böyle. Standartlaşmakta belki de en doğru kelime maalesef poplaşmaktır.Oysa biraz daha sağlam durulsa, bir noktaya gelmiş insanlar rock müziği içersinde ayakta kalabilir. Zira rock zor dinlenen bir tür de değildir. Ne yazık ki piyasa bilinçsiz aceleciliği ile bu konunun başlıca yönlendiricisidir.


Deniz Durukan

2002

11 Aralık 2009 Cuma

Herşeye Rağmen Caz

Türkiye’de caz müziğini takip edip de Galata’daki Nardis Jazz Club’ı duymayan kişi yok. Küçük ama samimi, hemen her akşam bir canlı performans sergilenen Nardis Jazz Club’ın arkasında ise güçlü ve çalışkan bir kadın var; Zuhal Focan. Caz camiasının güleryüzlü Zuzu’su o. Yerli müzisyenlerin canlı performansları O’nun sahnesinde hayat buluyor, genç yetenekler O’nun sayesinde yurtdışına açılıyor, cazseverler tam 14 yıldır dünyada ve Türkiye’deki caz müziği gelişmelerinden O’nun çıkardığı Jazz Dergisi sayesinde haberdar oluyor. Özel sektörde çalışırken aşkı Önder Focan’la tanışan, O’nun peşinden büyülü caz dünyasına kendini iyice kaptıran ve nihayet erkek egemen dediği bu dünyaya kadın dokunuşunu veren bir cazkolik o. Türkiye’de caz müziğinin vardığı noktada büyük emeği olan Zuhal Focan’a bütün bunlar nasıl oldu diye sordum, kocaman gülümsemesiyle caz sevdasını uzun uzun anlattı. Unutmadan; Nardis 4 Eylül’de kapılarını yeniden açıyor, bugüne kadar gitmediyseniz bu seferki programa mutlaka bir göz atıp yerinizi ayırtın! www.nardisjazz.com


Zuhal Focan kimdir, nasıl bir eğitim almıştır?

Kandilli Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı 1980 mezunuyum. Mezun olduktan sonra 5 yıl özel sektörde bir firmada çalıştım, sonrasında da 2 yıllık İstanbul Türk Tünel Metro Projesi’nin rapor grubunda çalışırken Önder’le (Focan) tanıştım. O zaman ben resim dersleri alıyordum, Önder’i de o zamanki 13. İstanbul Jazz Festivali’nde açıkhava’da dinledim. O zaman genciz, festivallere toplu bilet alınıyordu çünkü bilet almak çok zordu, o zamanlar AKM’de satılıyordu biletler ve sabaha kadar bilet kuyrukları oluyordu, öyle Biletix nerdeee?? Şirketten birileri bize toplu bilet almıştı. Birkaç gün sonra dediler ki “Ya bizim festivalde dinlediğimiz grup vardı ya (Erol Pekcan çalıyordu o zaman), ordaki gitarcı çocuk bizde çalışıyor”.

Önder Bey mi?

Evet, biz aynı şirkette çalışıyormuşuz ama haberimiz yok. “aaa o bir yerlerde çalıyorsa hadi biz de gidelim” denildi ve biz her akşam Önder’i dinlemeye başladık, Önder nerede çalıyorsa kimse gelmese de ben gitmeye başladım.

O zaman caza ilginiz biraz Önder Bey sayesinde pekişti!

Aslında dinliyordum tabii ama ne diyeyim, gece çıkıp da kulüpte dinleme alışkanlığı tabii Önder’le birlikte başladı. Daha önce sadece festivallere gidiyordum, o zamanlar 20 yaşındayım, o zamanın şartlarında 1980′lerde gece fazla çıkıp kulüp kulüp gezemezdim ama Önder’den sonra O nerde çalıyor diye peşinde gezmeye başlayınca ben çok caz dinlemeye başladım. TRT’den Hülya Tunçağ programlarından, rahmetli Teoman Baber ve Erol Pekcan’dan dinlerken birden bire Erol Abi’yle yanyana oturur olmaya başladık. Yani 1980′den, 21 yaşımdan itibaren çok fazla caz dinlemeye başladım.

Peki siz özel sektörde çok da büyük bir proje üzerinde çalışırken caz dünyasına profesyonel olarak geçişiniz nasıl oldu? Kademeli bir şekilde mi oldu?

1991 yılında Caz Derneği kuruldu, Önder (Focan), Neşet (Ruacan) Abi, o zaman Cengiz Işılay, Ahmet ve Mehmet (Uluğ) vardı, Cem Yegül (Pozitif’çiler), Görgün (Taner), İlkin Deniz, Selim Selçuk bir dernek kuralım dediler, İstanbul merkezli ama tüm Türkiye’yi kapsayan bir Caz Derneği olsun dediler, onların çalışmaları sırasında da her toplantıya gidiyordum ben de. O toplantılar sırasında da daha çok eli kalem tutan ben, Edebiyat mezunu olduğum için, bunların her türlü yazışmasını sekreter gibi yapmaya başladım.

Çalışmaya devam ediyor muydunuz o arada?

O zaman Ali yeni doğmuştu, 2,5 yaşındaydı, ben de yeniden çalışma hayatına geçtim, tam o sıralardı yani evde olduğum dönem bitip de ofis hayatına tekrar dönme aşamasıydı. 1991 yılıydı, aktif olarak dernek için çalışmaya başladım. O zamanlar Selim’in Naima’sının ilk dönemiydi, orayı üs olarak kullanıyorduk fakat 1 yıl sonra Selim Naima’yı kapatınca dernek de sahipsiz kaldı. İlkin Deniz, onun eşi Gül, Nilüfer Verdi (o zamanlar Nilüfer Ruacan idi), rahmetli Nükhet ve ben dernek için uğraşmaya başladık, başkanlığa kadar geldim ben o dönemde ama dernek yürümedi ve 1996 yılında kapattık. 1995 yılında ben bir tekstil firmasında çalışıyordum Pazarlama ve İhracat Müdürü olarak, Önder’e dedim ki “dernek ya da cazla ilgili daha fazla bir şeyler yapmak istiyorum”, daha doğrusu “yaş 35, çok fazla yol aldım, daha çok istediğim ve sevdiğim işi yapmak istiyorum” dedim. Önder de “yap tabii” dedi, sabah 8 akşam 6 zor bir şey ve o dönemde Önder’in çaldığı her yere gitmeye çalışıyordum, bütün festivallere ve konserlere filan. Kadınlarda kritik bir dönemdir ya 35 yaş, kendi kendime öyle bir karar aldım; masabaşında değil de daha çok istediğim bir şeyleri yapayım diye.

O istediğiniz şey nasıl şekillendi?

O istediğim şey aslında kulüp açmaktı her zaman, bir caz kulübü olsa diye düşünüyordum çünkü Türk caz müzisyenlerinin böyle bir imkanı hiçbir zaman olmamıştı o zamana kadar. 1995 yılında bir caz kulubü açma girişiminde bulundum, fakat o zamanki şartlar yüzünden veya biz doğru yerden başlamadığımız için o işi yapamadık. O dönemde Babylon açıldı, benim yapmak istediklerimin çoğunu Babylon yapıyor gibi görünse de onlar da yapmıyordu aslında. Fakat ben o sırada bütün kuvvetimi dergiye vermiştim, 1996 yılında dergiyi çıkardım önce.

Dergi sizin girişimlerinizle çıktı değil mi?

Aslında öyle çünkü biz dernek olarak da bir dergi çıkaralım diye debelendik, derneğin yayın organı olsun diye ama hiç kimse beni desteklemedi. Bütçe araştırmasını, matbaa gibi her türlü şeyi ben araştırdım ama zaten eğitimini gördüğüm işin bir parçası olduğu için bu işi zevkle üstlendim aslında. Dernek olarak onu yapamayacağımız anlaşıldı zaten dernek biraz kopuktu, genelde müzisyenlerden oluşuyordu ve müzisyenler de öğlen kalkıyor, akşam çalıyor yani dernekle uğraşacak vakti yok… Türkiye’de zaten dernek oluşumu yanlış anlaşılıyor ben o zaman bunu anladım, çünkü herkes kendine uygun, daha iyi koşullarda ucuz bilet bulacak, konser ayarlayacak. Doktor kadının biri telefon ediyordu bana “eee ben emekli oldum şekerim, bana ucuz bilet, konser ayarlayın”… bir dakika dedim “sizin dernek için yapabileceğiniz bir şey var mı?”. Dernek dediğiniz şey inandığınız ve uğruna bir şey yapmaya hazır olduğunuz bir oluşum. Zaten baktık ki dernek olayı aslında devletin kurumu, polis her gün evinde, kapı çalınıyor, kapıcı yanında polisle geliyor, niye? Adres tespiti. Dernek dediğin şey aslında polise rapor veriyorsun. Önder dedi ki “sen dernekten ayrıl, konu komşuya rezil oluyoruz”, sonuçta kimseye anlatamadığımız bir olay.

E bir de o zamanlar “Caz Derneği” deyince insanlar anlamıyorlar…

Tabii, yönetim kurulu toplanıyor, imza eksik, gidiyorsun savcıya, savcı “ne bu, niye geldin, utanmıyor musun ben burada bu kadar katille uğraşıyorum, bir de davul derneği kurun bari!” diye bana bağırıyordu. Bunlar çok aşağılayıcıydı tabii, bu yüzden derneği hemen kapattık. Önder “caz gibi ruhunda özgürlük olan bir şeyin bu kadar olayla ne alakası var, çok istiyorsan cazla ilgili başka bir şeye kanalize olabilirsin” dedi, onun için derneği kapattıktan sonra ben dergiye yoğunlaştım ve 1996′da ilk sayıyı çıkarttık.

O zamandan beri de kesintisiz devam ediyor zaten…

Evet 14 yıl oldu, sonra benim yaş dönemlerim çok önemli, yaş 45 oldu dergi yetmedi tabii, tamam o zaman dedik kulüp açalım. Kulüp açmak da çok kolay olmadı ama neticede 2002′den bu yana da kulüp devam ediyor.

Caz sektörü çok gelişmiş değil Türkiye’de, bir Avrupa’da ya da Amerika’da olduğu kadar kitlesi yok. Yeteri kadar alıcı bulmakta zorlanıp buna bağlı olarak para sıkıntısı yaşadınız mı, yani hiç maddi anlamda kaygılanıp özel sektöre dönmeyi düşündünüz mü?

Dergi hiç bir zaman maddi kaygıyla ilgili olmadı, aksine biz hep kendimizden verdik, demek istediğim ben Boyut Yayın Grubu’nda kadrolu olarak çalışmadım, dışarıdan yaptım herşeyi, reklam bulma da dahil. 1999-2000′daki krize kadar reklam bulmakta çok sıkıntı yaşamadık ama krizden sonra hiç eskisi gibi olmadı, gelirler çok azaldı ama buna karşılık caz dinleyicisi sayısında azalma olmadı, hep azdı zaten. Bunu anlamak için caz çalınan radyo sayısına, televizyon sayısına bakacaksınız. Dergi bir şekilde 14 yıldır ayakta ama benim gayretimle oluyor daha çok, Boyut Yayın Grubu’nun da bu işten çok para kazandığını zannetmiyorum, ama caz böyledir zaten; müzisyeni de dahil çok özveriyle yürüyor, köşebaşındaki birkaçı haricinde kimse büyük paralar kazanmıyor. Önder (Focan)’in durumu farklı, o aynı zamanda mühendislik mesleğini de devam ettiriyor, kendi işi olduğu için istediği gibi çalıp istediği gibi konserlere gidebiliyor. Ama sadece müzikle hayatını idame ettirmeye çalışan insanlara bakarsınız, hayat onlar için çok zor. O yüzden de aynı zamanda ders veriyorlar, bir okulda veya orkestrada çalışıyorlar, bir popçunun yanında sürekli bir iş buluyorlar, film müziği veya aranjörlük yapıyorlar yani bir caz müzisyeninin yapabileceği çok iş var o yüzden kimsenin açlıktan nefesi kokmuyor.

“Caz dünyası erkek dünyası” diyorsunuz bir röportajınızda, bir bayan olarak varlık göstermek, mücadele etmekte zorlanıp “Bırakacağım bütün bu işleri kim ne yaparsa yapsın artık” diyerek pes etmek noktasına geldiğiniz oldu mu?

En zor kısım gece geç saatlere kadar çalışıyor olmak ama Önder’in karısı olmak avantaj, Önder de bu dünyanın adamı olduğu için “neden 3′te geldin” demiyor, onun da evde kalıp nota yazmak, parça çalışmak ya da sanatçı olduğu için yalnız kalmaya ihtiyacı oluyor. Her zaman bir arada olmak zorunda değiliz ama ayrıyken o nerede olduğumu bildiği için “neden yemek yok, neden çamaşırım yıkanmadı, ütü yapılmamış” gibi problemler olmuyor. En zorunu Ali (oğlu) küçükken yaşadık ama baba-oğul iyi anlaştıkları için benim yokluğumda da iyi idare ettiler. Bir de Ali üniversiteye hazırlanırken zordu ama “ay lanet olsun” demedim, “Allah’tan Önder var” dedim. Yani Önder olmasaydı zor olurdu.

Geriye dönüp baktığınız zaman, örneğin Caz Derneği’nin kurulduğu zamanlara dönersek, Caz dünyasında bu noktaya varacağınızı biliyor muydunuz, daha önce hayalini kurup planlı bir şekilde mi çalıştınız yoksa şans faktörü mü devreye girdi?

Hiç bir zaman “önce bunu yapayım, sonra da bunu yapayım sonra da şöyle olsun” diye düşünmedim. Caz kulübü aslında benden kaynaklanan bir şey değildi; müzisyenler “bizim çalacak bir yerimiz yok, İstanbul Caz Festivali var hep yabancı müzisyen geliyor, Pozitif var yabancı müzisyen getiriyor” diyorlardı yani hiç Türk Caz müzisyenine sahne verecek kimse yoktu benim bu söylediğim yıllarda. Şimdi iş tersine döndü ve rağbet lokal müzisyenlere döndü. Uyduruk kaydırık, iki merdiven arasında, dedike bir mekanı olmayan otel barlarında çalıyorlardı. Mesela Gramofon’da sahne yoktu, caz kulübü diye ortaya çıktı ama alakası yoktu, merdiven altında çalınıyordu, gelen geçen Önder’in gitarına çarparak geçiyordu, Önder de bu durumdan üzüntü duruyordu.

İş başa düştü yani…

Tabii tabii, dediler ki dergiyi sen çıkardın, kulübü de sen açarsın. Yani ben mağdurum aslında! Ben kendi halimde ev kadını, editörken bakar mısın gecelerin kadını falan oldum! Bir de bana böyle bir misyon yükleniyor, ben masumum!

Mutlu musunuz peki ama şimdi?

Çok! Çok!

Şimdiki aklınız olsa, o yıllara geri dönüp yine aynı parkuru mu izlerdiniz?

Daha bilinçli olarak yapmayı çok isterdim. Ben herşeyi deneme yanılma yoluyla yaptım. Şimdi isterim ki Türkiye’de veya dünyada bir caz kulübü konsepti şudur ve şunların yapılması gerekir diye bir şeyler olsun. Hiç kimse bize yol göstermedi, oraya git buraya git - ki yine Önder mühendis olduğu için farklı düşüncelere de sahip olarak gittik. Benim Amerika’da ve Avrupa’da gitmediğim kulüp kalmadı, bütün kulüpleri gördüm, bir caz kulübü nasıl olmalıdır, nasıl şartlara sahip olmalıdır, bütün bunları gördüm. Bütün bunlar artı şeyler aslında, “hadi kulüp açayım, karar verdim” değildi yani. Bütün bunlarda Önder’in 35 yılı varsa benim de 20 yılım var.

Caz dünyasında yol almaya karar verdiğiniz için yapmayı isteyip de yapamadığınız, aklınızda kalan bir şey var mı? Cazla ilgilenmeseydiniz hayatınız nasıl olurdu?

Çok güzel resim yapıyordum, gravür yapıyordum, bunları hiç yapamaz oldum, tek ukdesi bu olur ama yine de her zaman yapma şansım var zaten diye düşünüyorum. Ama tabii ne zaman?!!

Bu saatten sonra başka bir sektörde projeler yapmayı düşünür müsünüz?

Yok, caza çok emek verdim, artık geride hatırlayabileceğim başka bir malzeme de yok. Üniversite okusanız, ben Edebiyat Fakültesi’de Türk Dili okudum, 4 sene okuyorsunuz, ama ben caz’a 25 yılımı verdim, 4-5 üniversite bitirmeye değer diye düşünüyorum. Müzisyen değilim aslında, bir enstrüman çalmayı çok isterdim ama çok eğitimli olup kulak tadımı da kaybetmek istemiyorum.

Bir gün gelir de Zuhal Focan’ın artık caz’a “yeter” dediği, “artık caz’la ilgili bir şey duymak istemiyorum, dergiyi de bırakıyorum” dediği bir an gelir mi?

Aktif olarak yapmıyor olabilirim ama bu müziği dinlemeden yaşamak herhalde artık biraz zor, başka bir şey dinlemeyi düşünmüyorum. İlerleyen zamanlarda ne olacağı belli olmaz, Türkiye ekonomisi gibi değişken bir ortamda dergi belki olur belki de olmaz.

Ottimo projesi, işini seven veya sevdiği işi yapmak için belli bir kariyeri geride bırakmayı göze alan insanlarla ilgili bir proje. Bu noktada işini sevmekle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?

Ben caz’dan hem ruhumu besliyorum hem de tek kişinin geçinebileceği kadar, çok da fazla olmayan ama beni her zaman mutlu edecek, dışarıda çalışan bir kadın ne maaş alıyorsa ben de ona yakın bir parayı kazanıyorum, ama daha fazla değil. Çalışan bir kadınım, 3-5 kuruş da elime geçiyor, çok yoruluyorum ama sevdiğim bir şeyi yapıyorum, çok mutluyum. Bunda vazgeçilmeyecek bir tek ortak payda var, o da seviyorsanız bu işi yapacaksınız, yani sevmediğiniz işi yapmak çok zor, ondan ne kadar para kazanırsan kazan onun tadı da olmuyor. Az ama mutluluk getiren bir işi yapmak, o yaptığın işi de çok sevmek önemli. Masabaşı ve sigortalı olarak 5 farklı iş yaptım, ondan sonra kendi isteğimle ayrılıp hep sevdiğim işleri yaptım, hepsinde çok mutlu oldum, çok isteyerek yaptığım için de sanırım başarılı oldum. Dergi sonuçta 14 yıldır ayakta ve devam ediyor, bundan sonra derginin kapanması ancak ekonomik koşulların başarısızlığından kaynaklanabilir. Nardis de üzerinden paralar kazanmak için kurulmuş bir yer değil, kendini çevirebiliyor olması bizim için çok başarılı olması demek. Nardis hep sponsor buldu, bu yüzden aslında beklentimizin de üstünde bir para getirdi ama biz bu parayı hep eşit olarak dağıttık, gençlere yatırım yaptık, onları uluslararası yarışmalara götürdük, 1 çocukken 5 çoçuğa çıktı şimdi, hepsinin masraflarını biz karşılıyoruz uluslararası yarışmalarda.

Son sorum geliyor öyleyse, bütün bunlara 35 yaşındayken başladınız, şimdi düşündüğünüzde keşke daha erken başlasaydım, zaman kaybetmişim diyor musunuz?

Demiyorum çünkü bu işin de yaşı var, bir iş için görüşmeye gittiğinizde karşınızda ne yaptığını bilen, duruşuyla belli bir pozisyonda olan kişi karşısındakini de anlıyor, sen kendini daha iyi ifade ediyorsun, ben daha erken bu işi yapsaydım ne polisi ne kaymakamı, ne valisi ne de turizm bakanı karşısında bu duruşu sergileyecek cesareti bulamazdım. Haa, 35 yaşında bunu yapabilecek insanlar var tabii, ama ben kendimde o cesareti bulamazdım. Ben kendi zamanlamamı doğru yaptığıma inanıyorum.

Özlem Dinç
31 Ağustos 2009

8 Aralık 2009 Salı

Altırkırkbeş

Öncelikle Altıkırkbeş sadece bir yayınevi değildir. Biz özellikle son 3-5 senedir kendi aramızda Altıkırkbeş’e, ‘oluşum’ diyoruz ki bizi gerçekten yakından takip edenler de böyle görüyor Altıkırkbeş’i. Altıkırkbeş neden yayınevi değildir? Şöyle diyim, herhangi bir yayınevinin kapısını çaldığında sana niye geldin? Diye sorarlar. Burada öyle birşey yoktur. Herhangi biri buraya gelip, merhaba deyip, istediği kadar oturabilir. Kimse ona çay, kahve içer misin? Sigaran var mı? Haricinde soru sormaz. Bu bir ölçü. Bu anlamda herhangi bir yayınevi çizgisinden çok uzağız. Çalıştığı insanlarla, kendi çalışanlarıyla, okurlarıyla çok içiçedir Altıkırkbeş.

Daha önemlisi yapmaya çalıştığı yayıncılık, Türkiye standartlarında bir yayıncılık değildir. Ticari olmayan bir yayınevidir.

Evet! Siz şiir bile basıyorsunuz değil mi? Ne türde şiirler basıyorsunuz?

İğrenç şiirler basıyoruz. Bir iki istisna vardır aralarında mutlaka ama genelde iğrenç şiirler basıyoruz. Pulp şiir de basmaktan öte, gerçekten hiçkimsenin basmayacağı kitaplar bunlar. Bu demek değil ki önümüze gelen tonlarca dosyanın hepsini basıyoruz. Çoğunu geri çeviririz.

Niye?

Çok geliyor. Pulp olan ya da boktan olan herşeyi basmıyoruz. Tam aksine aslında neyi yayınlayacağımız tamamen o an ki psikolojiyle ilintili. Dediğim gibi Altıkırkbeş, ticari olmayan bir yayınevi. Dolayısıyla tamamen yöneticilerinin kişisel arzuları doğrultusunda kitap basıyor. Evde otururken bunu bassak diyoruz ve basıyoruz.

Diğer yayınevlerinden farkı ne peki?

Onlar para kazanmak için kitap basıyor. En azından ‘long seller’ denen şey. 3 ayda bitmeyecek ama birkaç senede de olsa bitecek kitap basıyor. Hepsinde böyle bir kaygı var. Biz ise en çıplak anlamda kapitalist bir yayınevi değiliz. Altıkırkbeş’in sömürmek ve sadece para kazanmak gibi bir derdi yok.

Mesela Kaan’a bunu basalım mı dediğimde; “Basalım, batalım amına koyiyim!” der. Altıkırkbeş böyle bir yayınevidir işte. Onun yanında da bize göre çok değerli şeyler basıyoruz. Aslında alttan alta da (ülkede) eksik (olan) şeyler basıyoruz. Var olmayan şeyler basıyoruz. Yabancı şeyler. Mesela bu aralar Mckenzie Wark’ın Hacker Manifestosu’nu çıkaracağız. Türkiye’de hiç basılmamış, hiç tanınmamış bir adam Wark. Kullandığı lugat açısından da, İnsanların yabancı olduğu bir yazım tarzı olacak orada.


Bir de film çektiniz değil mi?

Aslında iki tane film çektik. İlk filmimiz, 4-5 sene önce çekilmiş olan ‘Buruk Acı’ idi. ‘Uluma’ ise ikinci film. Gösterimleri daha yeni bitti. Yakında da Vcdsi çıkacak. Türkiye için değildi bu film. Amerika’ya bir hediye olarak düşünüldü. Bizim buradan, sizin orası böyle görünüyor demek için çekildi. Orta metrajlı bir film oldu.

Film aslında bir şiir performansı. Film boyunca Allen Ginsberg’in ‘Howl’ adlı şiiri okunuyor ve bu sırada da gizli saklı yerlerden kamera da insanları çekiyor. Bu bizim insanlarımıza yeterince uzak bir durum çünkü Türkiye’de elini sallasan şaire çarparken, kimse şiir okumaz. Şiir kitapları satılmaz. Ama film bize gösterdi ki; şiir, gerçekten okunması gerektiği gibi okunduğunda insanlar size geri dönüyor.

Türkçe mi okundu?

Okuma türkçeydi evet.

Peki bir şiirin başka bir dile çevrilmesi onu ne kadar aynı şiir yapar ki?

Çeviri kavramı hakkında tartışılmaz elbet. Yanlıştır bu (çevirmek yani). Şiirin ritmini, Türkçe’ye kazandırmaktı bizim yaptığımız. Aslında bir metni çevirmek için gerekli en son şey dili bilmektir. Howl’u çevirebilmek için Beat kuşağının tarihini, alt kültürünü, karşı kültürünü çok iyi bilmek gerekir. En son şey kelimenin anlamını bilmektir. Bunu da başardığımızı düşünüyorum.

Sizce neden Altıkırkbeş eski ruhunu yitirdi deniyor? Kayıp bir yayınevi misiniz?

Güzel ve anlamsız bir soru bu. Bu soru, 2005’te, bizim ikinci kuşak okuyucu kitlesi dediğimiz okuyucularımızdan çıktı. Bu soruyu soranlar altıkırkbeşi daha çok bilim kurgu ve fantastik edebiyatla tanıyan, bunlardan başka kitaplar bastığımızdan bihaber olan salak bir kitle. Biz bu türde kitapları basmayı kesince, böyle demeye başladılar. Oysa ki bizim ilk kitlemiz, bilimkurgu ve fantastiği kastederek “ne demeye böyle kitaplar basıyorsunuz” demişti.

Şimdi ise üçüncü bir okur kitlesi oluşmaya başladı. Bunlar bizi son iki senedir tanımaya başlayan 80-90’lı yeni jenerasyon. Biz özellikle bu yeni kuşaktan ümitliyiz. Bu kuşak, daha verimli bir kuşak olacak ileride çünkü bunlar geriye baktıklarında, Altıkırkbeş’in 1990’da bastığı ilk kitabı da, bilim kurgu kitaplarını da, Beat kuşağını da, çağdaş edebiyat ürünlerini de görüyorlar.

Son iki senede 20-30 kitap yayınladık. Ama bunlardan habersiz onanlar böyle bir soru ortaya attı. Gerçi şöyle bir tarafı da var bu konunun, biz 2005’ten beri birtakım başka işlere de giriştik ve yayıncılığı biraz geriye çektik. Biraz nefes aldık fakat hiçbirzaman kitap basmayı bırakmadık.

Ayrıca Bir yayınevinin periodik olarak yılda bilmem kaç kitap basması da gerekmemektedir. Bir yayınevi kitap basmayarak da yayınevi olarak kalabilir.

Peki yayınladığınız kitaplar içinde en çok hangi yazarlar ve türler tercih ediliyor?

Çok açık söyliyim, son iki senedir bazı istisnalar haricinde artık bilim kurgu basmama kararı aldık. Bunun tek istisnası var, P.K. Dick, ondan vazgeçmemiz imkansız. Bu da Onun edebi ve entellektüel tabanından kaynaklanıyor. Ancak bu demek değildir ki asla bilim kurgu basmayacağız; öyle bir kitap gelir ki basmadan edemezsin. Ancak dediğim gibi bundan böyle daha çok kuram sanat sinema serisine ağırlık vereceğiz. Özellikle son bir senedir sanat kuramlarına ağırlık vermeye başladık. Türkiye’de ilk defa futürizm üzerine Futürist manifestoları bastık. Derli toplu ve eksiksiz olarak Dada metinlerini yayınladık. Yakın zamanda da üç büyük sürrealist manifestoyu tek kitap halinde basacağız. Vs…

Sanat, sanat kuramı, sinemanın yanısıra tabii çağdaş edebiyat ve beat kuşağının eserlerini de basmaya devam…

Son yıllarda okunan kitaplarda bir değişiklik oldu mu? İnsanlar artık kolay okunan kitapları tercih ediyorlar deniyor sizce bu doğru mu? Yani klasikler öldü mü?

1998’den sonra herşey öldü. Okur proflili gerçekten değişti. Fena halde ucuzladı ve aşağıya çekildi. Kaba tabirle 90’lar dediğimiz o şey, bizim romantik şekilde aradığımız özlediğimiz birşey haline geldi. Ama bu konuda tamamen umutsuz değilim; belki bir gün küçük bir devrim olur ve böyle bir okuyucu kitlesi yine doğar. Aslında 90’ların okur kitlesi yok olmadı ama yerine yeni okur gelmiyor. Eskiden bir kitap 3000 adet basılırdı. Bugün 1000 adet tercih ediliyor. Hatta bazı spesifik kitaplarda, 1000’in bile altında basılıyor. Böylece kitapların depoda bekleyerek size acı vermesi de engellenmiş oluyor.

New age dediğimiz kitle aklı havada bir kitle zaten. Örneğin Tim Burton’un İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü’nü bastık. Güzel gidiyor fakat Tim Burton çantalarından yüz kat daha az satılıyor kitap. Bizim sokakta gördüğümüz gotik ablalar, gidip Tim Burton’un kitabını almıyor; en fazla filmini seyrediyor hatta onu bile seyretmiyor. Taşıdığı çantadaki imajın ne olduğunun da farkında değil.

Niye?

O kadar beyni var. Şöyle söyliyim bence okumayan, gerçekten okumayan insan hiçtir, sıfırdır. Bu insanlara karşı tiksinti duyuyorum. Onlardan da çok fazla var. Okur oranı çok az Türkiye’de. Şöyle örnek verebilirim; Ayrıntı Yayınlarından çıkan, Guy Debord’un kitabının ilk baskısı on iki sene önce yapılmış, 2. baskısı daha bu sene içinde yapıldı. Böyle bir adamın bile kitabının ilk baskısı on iki sene de bitmiş.

Bu bir reklam sorunu olabilir mi?

Kitap için reklama ihtiyaç duyan okur, gerçek okur değildir. Gerçek okur, yayınevinin peşinden koşar. Hangi yayınevi neyi yayınlamış bilir. Kitapevinde aradığı kitabı bulamadığında, bu kitap yok niye yok getirin der. Okurluk budur. Okurluk bilmem ne gazetesinin bilmem ne ekinde yayınlanmış diye gidip kitabı almaz. Kitapevleri de buna çanak tutuyor tabi, eskiden kitapevlerinde çalışan insanlar kitap manyağı insanlardı. Kendileri de okurdu. Artık marketing sistemine yönelik işler yapıyorlar. Kitapevi senin çıkardığın kitabı sergilemediği sürece okur onu göremeyebilir. Bön kitle ise o kitabı rafta görmediği sürece almaz. Bir kitabı sürekli rafta tutun o kitap satar.

Artık herşeyin olduğu daha çok kitapevi var ama.

Eskiden daha nitelikli daha çok kitapevi vardı. Bunlar hep birbiriyle ilintili şeyler. Okur, yayıncı, kitapevi. Bunların birinde bir sorun olursa hepsi sekteye uğrar.

Bir kitapevine yayınevlerinden hergün bir çok kitap geliyor. Bunların her birini sergileme imkanı yok. Alkım’da üç tane yeni çıkanlar rafı var. Burada sergilenen kitaplar imajla hareket eden okuyucuya hitap ediyor işte. Yoksa dediğim gibi gerçek okuyucu neyin çıktığını bilir zaten. Bu bilinçle ilgili birşey, bu 90’larda vardı işte ama ben dediğim gibi 5-10 yıl içinde daha bilinçli bir kitlenin ortaya çıkacağına inanıyorum. Gerçek okuyucunun yok olacağına inanmıyorum.

Yılda kaç kitap yayınlıyorsunuz?

Bize kalsa ayda iki kitap yayınlamak taraftarıyız ama Türkiye’nin durumu bizim ayda iki kitabımızı kaldırmıyor maalesef. Kitap çıkarmak mesele değil ki, çıkardığımız kitapları insanlar almıyorsa, kitap çıkartmanın bir anlamı da olmuyor. Kaan, “basmak değil bastığını satmak gerek” der ki çok haklı bu konuda. Kitaplarınız depoda kaldığı sürece kitap çıkartmanın da bir anlamı yoktur. Maddi olarak da imkansız birşey bu. Keşke okuyucu kitlemiz sayıca daha fazla olsa da biz ayda iki kitap çıkarabilsek. Bunun yerine iki ayda bir kitap çıkarıyoruz. Önemli olan nitelikli olarak sağlam adımlarla yürümek. Yoksa çok kitap basmakla yayıncılık yapılmaz. Yayınladığın kitaplar senin kendi kafanda hedef aldığın kitleye ulaşmıyorsa kitap çıkartmanın ne anlamı olacak ki? Özellikle bizim yayınladıklarımızın da niteliğine bakarsan zaten “bir avuç okur için” yayınlandığını görürsün. Onlar da her ay çıkardığın üç kitabı alamaz.

Tabi bir de kitapların fiyatları meselesi var. Kimileri fiyatlarımızı yüksek buluyor fakat bilmedikleri şey o kitabın bize kaça mal olduğu. Bir kitabın telifine 3000 dolar ödedimiz de oluyor, çevirmenine para ödüyorsun, çalışanlarının parasını ödüyorsun, Kültür Bakanlığından bandrol alıyorsun. Zaten kitabın fiyatının yarısını direk dağıtımcıya veriyorsun. Yayınevine kalan çok komik bir rakam oluyor böylelikle.

Niye yayınevinizde kitap satmıyorsunuz?

Yayınevinde tüm kitapları bulundurmak zor. Ayrıca burası bir kitapevi değil. Bununla birlikte bugüne kadar kitap almak için geleni de geri çevirmedik. Ama buraya gelen insanlardan aldıkları kitapların parasını zaten isteyemiyoruz. Bir şekilde muhabbet ortamı oluşuyor. O noktada para istemek olmuyor.


Yeni yazarların ilk kitaplarını basmak konusundaki yaklaşımınız nedir?
(acaba kendileriyle görüşmeye gelen bir -zavallı-yazarı kaç dakida içinde -nazikçe-kovuyorlar?)

Bu da işte ilk sorunun cevabıyla ilintili bir soru. Biz bugüne kadar kimseyi kovmadık. Gerçekten çok abuk subuk bir sürü şey de geliyor. Cevap vermediğimiz olmuştur; ya maili görmemişizdir ya da Bulk’a düşmüştür. Ancak birebir görüşmelerde ve postayla gelenlerde cevap vermediğimiz hiç olmamıştır.

Kişi gelip dosyasını veriyor, derdini anlatıyor. Sana şu kadar süre içinde cevap vercez diyoruz zaten. Ancak her yayınevinin kendi kriteri var. Gelen eseri o şablona göre değerlendiriyorsun uyarsa basıyoruz; uymazsa basamayız, tarzımıza uygun değil diyorsun.

Misal Altıkırbeşin şablonu üç aşağı beş yukarı belli, buna hiç de uymayacak dosyalar da geliyor mu?

Geliyor tabi. Hemde inanamayacağın kadar çok geliyor. Mesela biz hiç tarih kitabı basmadık ama Osmanlı tarihi üzerine denemeler de geliyor. Akedemik bir oluşumun basması gereken şeyler de geliyor. Tonlarca negatif şey geliyor. Önemli olan karşındakini kırmamak. Bunun için cevap vermek en iyi yol. Bu noktada yaptığı şeye sırt dönmemesi gerekiyor. Bir yayınevinden olumsuz yanıt almak insanların direncini kırmamalı.

Özellikle yeni yazarlar için yayınevleri kabus gibidir.

Aslında haksız değiller, birşekilde işi ciddi tutmak zorundalar ki ipin ucu kaçmasın.

Fakat çoğu zaman ciddiyetle saygısızlık arasındaki çizgi bozuluyor. Sen bir emek vermişsin, yazmışsın ve karşılığında bu derece umursamaz olmak ne kadar doğru?

Açıkça söylemek gerekirse bana dosyalar, email yoluyla, postayla ya da elden ulaştığında ki en zoru karşı karşıya olduğunuzda oluyor; kitabınızı yayınlayamayacağız demek. Email yazarken bile 4 defa okuyorum karşımdaki insanı kırmamak için. Fakat neden diye sorduğunda işin rengi değişiyor işte. Neden? Sorusuna cevap vermeye çalıştığım andan itibaren editör değil; eleştirmen olurum. O zaman da sen eleştirmen misin? diye sorar adam. Benim titrim eleştirmenlik değil ki.

Ama ister istemez kitabının basılmayacağını duyan biri neden diye sorar. Sizin yayınevinize mi uygun değil; yoksa iyi mi değil diye bilmek isteyecektir.

Onu söylüyoruz canım. Biz bu kitabı basamayız çünkü... diyerek belirtiyoruz. Genelde yazdığınız şey Altıkırkbeş kriterlerine uymuyor. Oluyor yanıtımız. Ya da aslında biz bunu basarız ama bizim için yetkin değil. Yine de bu bizim görüşümüz sen yoluna ve etrafı tırmalamaya devam et deriz. Biz ya da başka bir yayınevinin basmaması yazdığınız şeyin basılamaz olduğu anlamına gelmiyor. İnsanların burada yapması gereken buna saygı duymak. Buraya gelen her kitabı basmak mümkün değil ki. Olaya biraz da yayınevi çerçevesinden bakmak lazım.

Kitabının Altıkırkbeş’ten çıkmasını isteyenler neler yapmalıdır?

Kitap yazmalıdır. Sonra bize göndermelidir. Yapması gereken bu.

Ancak bir yayınevine gitmeden önce kişinin araştırma yapması gerekiyor. Yazdığı şeye uygun yayınevlerini bulması gerekiyor. Birçok yayınevi var Türkiye’de. Üç beş yayınevlik bir liste çıkarmalı kendine ve ilk sıradan başlayarak denemeli. Altıkırkbeş öyle kitap basmamak için çaba sarfeden bir yayınevi değil. Ancak ticari bir yayınevi olmaması, imkanlarının kısıtlı olması, sistemin içinde olmaması da çok rahat hareket etmesini engelliyor. Yoksa ben içinde değer bulduğum herşeyi basmak istiyorum. İlk kitap ya da beşinci kitap farketmez. Altıkırkbeş, dışardan bakıldığında öyle görünmese de; buradaki insanlar vurdumduymaz değildir. Üç tane editörümüz var ve bu insanlar gelen tüm yazıları zamanlarını verip okuyorlar. Harcanan emeğe ve yaratılana gerekli değerli vermediğimiz düşünülmesin.

Size bir kitap ulaştığında ilk olarak neye dikkat edersiniz?

Böyle bişiy yok. İlk yapılması gereken onu okumaktır. Belki diğer yayınevlerinin teknik bazı kriterleri vardır bilemiyorum.

Ancak şunu söylemeliyim ki kişi yayınevlerine email yoluyla yazdıklarını göndermektense kendisi gitmelidir. En azından dosyasını kargoyla yollamalıdır. Bu emaili ciddiye almıyoruz demek değil fakat birebir konuşmak gibi olmuyor. Belki aradaki diyaloğu bile sevecek editör. Ayrıca kitap olarak basılmasını istediğin birşeyi sanal olarak yollamak ciddiyetsiz geliyor.

Yeni yazarların kitaplarını yayınevlerine bırakmaları için uygun bir zaman var mıdır?

Yazın bırakmasınlar. Yazın sistem durur, yayınlanan kitap sayısı düşer, çıkan kitapların niteliği değişir, ticari, cılkı çıkmış kitaplar basar yayınevleri, amaç paraya döner. Sonbahar daha iyi.

Bir birikme varsa? Yazın verilen kitabın sonbaharda okunması mümkün değil mi?

Yok ya! Hiçbirşey birikmez. Bana verilen şeyleri bana verildiği gün okumayı severim mesela. Birşeyi bir yere koyup, bir ay orada bekletmek etik değil herşeyden önce. Karşısındaki bir cevap bekliyor sonuçta.

Türkiye’de kitap yayınlatmak zor mudur?

Türkiye gibi bir ülkede ilk kitabı bastırmak hakikatten zor. Bunu kabul ediyorum ama bunda yayınevinin suçu yok. Çok aptalca bir cümle kurayım, keşke benim 5 milyon dolarım olsa ağzına sıça sıça yayıncılık yapsam ve bir kitabı 1 milyona satabilsem ama böyle birşey yok.

Bir kitabı yayınlama süreci nasıl işler? Ne kadar zaman alır?

Aslında bunun bir zamanı yok. Bu insanlara evet biz bunu bascaz dediğimizde tek istediğimiz şey ne zaman nezaman diye sorulmaması. Bu, bir ayda olabiliyor, bir yılda olabiliyor. Bunu belirleyen şey yayınevlerinin yayın listeleridir. Her gelen kitap, o listeye eklenir ve zamanı gelince de basılır. Sıra bozulabilir tabi, bu güncel olaylarla, ilgi odaklarının değişmesiyle, sosyal bir olayla değişebilir. Ya da birşey gelir çok beğenirim ve önemli bulurum onu ilk 5 e koyarım bu konuda kimsenin kırılmaması gerekir. Bu bir sistem sonuçta. 6 yıl sonraya tarih veren yayınevleri var.

Yeraltı edebiyatı nedir? Ve Türkiye’de yeraltı edebiyatının durumu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Türkiye’deki yeraltı edebiyatının durumu bizi ilgilendirmiyor.

Yeraltı edebiyatının anlamı bilinmiyor ki! İçinde am, göt, sik geçen, sokak diliyle yazılmış herşeye yeraltı edebiyatı deniyor. Bir kitabın kapağına yeraltı edebiyatı yazmak onu yeraltı yapmaz.

Yeraltı edebiyatı çok satamaz. Satıyorsa bunda bir araz vardır. Yeraltı karşı kültür kavramıyle ilintilidir, ki benim için bu Amerikan menşeli bir kavramdır ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Beat kuşağının da katkısıyla ortaya çıkmıştır. Çok içerden bilmeyenlere safsata gelir.

Bununla birlikte Beat kuşağı yeraltı edebiyatı değildir. Beat kuşağı, Beat kuşağıdır. Beat edebiyatı da, beat edebiyatıdır. William Burroughs, yıllardır dünyanın en büyük 100 edebiyatçısı arasındadır. Çıplak şölen, dünyanın en iyi 100 kitabı arasındadır. Bunlar onu ticari kılar! Dolayısıyla da yeraltı edebiyatı değildir. Bukowski ise kendi çıkardığı dergileri evinde kendi zımbalarken; teksir makinasında basarken yeraltı edebiyatı İdi. Fakat yetmişine doğru milyon dolarlar kazanmaya başladığında artık yeraltı edebiyatı değildir. (Yanlış anlaşılmasın bunu hak ediyordu da.)

Amerika’da ‘second coming revolution’ denen birşey var. Türkiye’ye yabancı bir kavramdır bu. Örneğin, A.D Winans, Türkiye’de kimse bilmez ama Amerika’da Small Press denen yayıncılıkla 100’er, 50’şer kitapları basılır, 50 tane kitabı vardır rahat. Türkiye’de böyle bir yayıncılık yok; buna en yakınını Altıkırkbeş yapıyor.

Yeraltı, içerikten ziyade teknikle birleşen birşeydir. Fanzincilikle kitabın arasında çok ince bir çizgide durur. İngiltere’de Sabotaj isimli bir yayınevi var ve farklı alanlarda birçok kitap basmaktadır. Bu yeraltı bir yayınevidir ve tüm kitaplarını zımbayla birleştirip fotokopi usulüyle çoğaltır ve dünyanın her tarafına dağıtılır. Bunlara ise ancak yeraltındaysan ulaşabilirsin.

Çok satan, popüler birşeyi yeraltında tutamazsın dolayısıyla Yolda ve Bukowski yeraltı değildir. Dediğim gibi yeraltı teknikle ilgilidir ve sisteme bir karşı koyuştur. Yayıncılardan ve yayıncılık zihniyetinden nefret eden bir sistemdir. Fanzincilik yeraltıdır. Yazılarını kitap olarak bassan da, herhangi bir sisteme bağlı kalmadan kendi çabanla kitapevlerine dağıtıyorsan bu yeraltıdır.

İlk anlaşılması gereken edebi bir nitelik olmadığıdır. Anarşist Cook Book diye bir kitap vardır ve Anarşistlerin el kitabıdır. Bunu Türkiye’de basamamazsın. Götün yiyorsa bu kitabı bas, o zaman sen yeraltısın. Buna karşı çıkanlar olabilir olsun.

K.K.K, bundan 1.5 yıl önce, kıyı yayınlarından çıkan Yolda’yı sayfa sayfa taradı ve scan etti, pdf haline getirip internete yaydı. Bu yaptığı yeraltı edebiyatıdır. Yeraltı yayıncılığıdır. İlk önce Yeraltı yayıncılığı olmalı ki, o ülkede yeraltı edebiyatından söz edilebilsin.

Türkiye’de karşı-kültür ile alt-kültür lafı birbirinin yerine kullanıyor. Alt kültür varoştur. Karşı kültür ise temelini Amerikadaki sözünü ettiğim hareketten almaktadır. Karşı kültür olan Beat kuşağının romantik olarak özendiği evsizler- yurtsuzlar ise alt kültürdür.

Bugün Türkiye’de yeraltı denen şey, belli bir grup insanı cezbetmek için yapılmış birşeyden ötede değildir.

Son olarak diyebilirim ki yeraltı yaşayan birşeydir ve edebiyata indirgenemez. Sosyolojik bir vakadır. Evet bir edebiyatı vardır ama bu 20 milyona raflarda satılmaz. Evet yeraltından biri çıkıp patlayabilir ama ozaman o başka birşey haline gelmiştir. Dışarı çıkmıştır.

Parasını vererek kitap yayınlayan yayınevleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Eğer kitap nitelikliyse ama yayınevi bunu basmak isteyip maddi olanaksızlıklardan dolayı basamıyorsa; yazarın bunu üstlenmesinde bir sorun yoktur fakat yayınevi bunu para kazanmak için yapıyorsa, o artık yayıncılık değil matbaacılıktır.

Son olarak ilk kitabını yayınlatmak isteyen yeni yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir? (Yazar olmak isteyen biri illa edebiyat dergilerine mi dadanmalıdır?)

Özellikle şiir de öyle birşey var. Referans olması açısından şurda şurda şiirlerin yayınlanması faydalı oluyor. Öyküde de geçerli bu. Ticari anlamda da yazar adayının okucu potansiyeli olduğunu gösterir. Sistem için doğru referanslardır. Katkısı olabilir fakat bir romanı bu şekilde pazarlamak olanağı yok. Ben kendi adıma bunu bir referans olarak görmem.

Bunun haricinde diyebilirim ki kimsenin acele etmesine gerek yok. Henry Miller kitapları basılmaya başlandığında ihtiyardı. Deha keşfedilmeyi bekler demiyorum ama sürenin ve birilerinin basmıyorum demesinin bir anlamı olmadığını söylüyorum. Bu anlamda olgunluğa inanıyorum. Ve ego olgunluk noktasında bir kandırıdır. Yazar adaylarının yazdıklarını biraz demlendirmesi ve acele etmemesi gerektiğine inanıyorum.

Son olarak diyebilirim ki, yapılan şey yaratıdır ve bu anlamda kutsal birşeydir. Çakıl taşıyla altının arasında bir fark yoktur. Birilerinin onun altınına çakıl taşı demesinin bir önemi de yoktur. Eser yazanın ötesindedir ve onun bir değeri vardır. Kimseyi kale almasınlar o konuda...

Özgür Roman

6 Aralık 2009 Pazar

Sistem Sensin!

1000 Yıl, dört yıllık Amerika serüvenimin sonucunda ortaya çıkan bir çalışma.1998 yılında Amerika'da kaydedildi . Amerika'nın sevilecek yanları vardır. Ama yaşamak için bana uygun bir ülke değil. 1000 Yıl'ı Amerika'da çıkardım. Geri döndüğüm zaman her şey değişti. Çocukluğumdan beri mide problemim var, Amerika'da en üst seviyeye çıktı. Geri döndüğüm gün bu problemim hiç kalmadı. Gelir gelmez 1000 Yıl'ı çıkarmak istedim, ama aradan dört sene geçmişti, herkes yer değiştirmişti. Neyin ne olduğunu anlamam zaman aldı. Bu albüm bana göre karamsar bir albümdü, oturayım daha rahat bir şey yapayım dedim. Rengarenklerin'i yaptım. 1000 Yıl'ın albüm kapağı siyah beyazdır. Rengarenklerin ise adı gibi kapağı da renklidir.

Rengarenkler'in kapağındaki renkler dışında, içerdiği anlam da albümün konseptine uygun. Kapaktaki derinlik ve boşluk duygusu şarkılarla uyum içinde.
İki albümü aynı anda çıkarmaktan memnun oldum. 1000 Yıl siyah beyaz bir kapak, sözler daha küt ya da sert, ama diğeri daha geniş. Boşlukta olmak benim için çok kötü değil. Mutluluk anlayışım bu belki de. Huzur duyabilirim bu durumdan. Tabii bu, o zamanın duygularıydı. Şimdi biraz daha değişti.

Ne değişti?
Yeni bir albüm hazırlıyorum, o daha farklı. Biraz daha saldırgan diyebilirim. Bazı parçalarda boşluk hissini devam ettiriyorum. Ama bir parça diğerine benzemeyecek yine. Yaptığım çalışmalarda özellikle buna dikkat ediyorum. Her parçanın ayrı bir karakteri olmalı. Çünkü insan öyle değildir, doğasında değişkenlik vardır. Şimdi ben böyle hissediyorum ama, bir saat sonra başka bir şey yaşayabilirim ve değişebilirim. Bence bir albüm de bunu yansıtmalı. Mesela 1000Yıl'da "Kalbim" adlı şarkı hardcore bir parça gibi, arkasından da akustik bir balad geliyor. Birçok insanı rahatsız etti bu. Adam baladları seviyor, hardcore parça dinlemek istemiyor. Pardon yani, o da senin sorunun. Ben neysem onu üretmeye çalışıyorum. Yeri geliyor çok sinirli, agresif olabiliyorum. Ama mutlu da olabiliyorum. Bunlar yansımalı. Yeni albümde zaten bu çizgi devam ediyor. Elektronik parçalar da var bu albümde. Yine üzerinde çok çalıştığım şarkıların yanı sıra, amatörce diyebileceğimiz, ilk haliyle bıraktığım parçalar da var.

1000 Yıl'da gitar daha ön planda, Rengarenklerin'de ise gitar daha arkada, davul daha baskın gibi geldi.
Evet, ama ben gitar haricinde bir enstrüman kullanmıyorum. Çok nadiren nefesli kullanabilirim, klavyeyi ise çok çok nadir kullanıyorum. O duyduklarının hepsi gitar sesi, fakat 1000 Yıl'da daha bildik bir gitar sesi var. Daha agresiftim 1000 Yıl'da., renkler siyah-beyaz olunca gitarı çalışın da ona göre değişiyor.

Gitar bu tip duyguları çıkarmak için iyi bir enstrüman.
Gitar herhangi bir duyguyu öne çıkarabiliyor. Özellikle de elektrik gitar. Çocukların oynadığı legolara benzetiyorum elektrik gitarı.. İstediğiniz denemeleri üzerinde yapabilirsiniz. Hiç beklemediğiniz bir yerde kendi kendine ses çıkarabilir. Onun için tuhaf bir enstrüman. Bu tip duyguları onunla kullanmakta mahsur olmadığını düşünüyorum.

Şarkında "diplere doğru çökmek kolay" diyorsun. O zaman biz de biraz diplere doğru inelim...
Bir sistem içinde yaşıyoruz, bu sistem elinden geldiğince seni yönetiyor. Görevi o zaten. Kendini ne kadar serbest bırakırsan, sisteme o kadar adapte oluyorsun. Eğer adapte olmak istemiyorsan, direniyorsan, acı çekmeye başlıyorsun. Bir açıdan doğrusu da o zaten. Sistemin içinde bir sistemsin. Ben de tek başına bir sistemim sonunda. Fakat o sisteme tamamen teslim olmak, benim için dibe çöküştür.

Peki, bunu genelleştirelim biraz. Aşağılara doğru indiğinde daha hoş şeyler yakalanabiliyor. Toplumun aşağıda, altta olan kesiminden güzel şeyler de çıkıyor. Altay Öktem'in dediği gibi "zirve bazen aşağıda" olabiliyor.
Uç noktalardan bahsediyoruz. Belki bunun törpülenmesi gerekiyor. Dipte olmak kötü, zirvede olmak iyi, ya da bunun tersi gibi... Bence bunlar aynı oyunun parçaları. Zirve peşinde koşmak kadar, koyverip, dibe çökmek de hoş değil.

Peki senin zirven nedir?
Herkesin halihazırda bir zirvede olduğunu düşünüyorum. O da hayatta olmaktır. Bundan daha fazlasını talep etmek tuhaf geliyor bana. Hayattasın, ne kadar yaşayacağın belli. Sonunda gideceksin zaten. Hayatta olduğuna değer veriyor musun... Eğer bir takım zirvelere kafayı takıyorsan, o zirve kaçar ve hep kaçacaktır. Birileri "şöyle adamdı, böyle iyi ve önemli şeyler yaptı" diyebilir. Ama onu yapan kişi için de bir şey ifade etmez bu, çünkü zirvesi hep kaçıyordur.

Hush diye bir grubun vardı. Aşağılardan bir hareketti bu. Bu grupla, yeraltı müziğinin çıkmasında önderlik etmişsiniz, öyle mi?
On yedi on sekiz yaşlarındaydım o grubu kurduğumda. Birilerine liderlik yapacağız gibi bir derdimiz yoktu aslında.

"Sessiz olalım" anlamına geliyor galiba grubun adı...
Evet, ama o isim için kurmadık grubu. Zevk alıyorduk, iyi vakit geçiriyorduk. Yani kimseye örnek olalım gibi kaygımız yoktu.

Şu anda da yok galiba...
Evet, lider olmaya çalışan insanları anlayamıyorum. Tuhaf bir karakter yapısı gibi geliyor bana.

Senin yukarıda söylediklerin, tavrın Kadıköylü müzisyenlerin geneline yansımış gibi. Beyoğlu'ndaki müzisyenlerle, Anadolu yakasındaki müzisyenler arasında belirgin bir fark var. Kadıköy'de yaşayan müzisyenler, ya da genel olarak sanatçılar daha içe dönük, daha kendi hallerindeler gibi geliyor bana.
Aslında bu çok da anormal gelmiyor bana, karşı taraf Avrupa, burası da Asya. Avrupalıların derdidir koşuşturmak, hırs yapmak. Asya'daki insanlar oturur. Kendim için konuşursam, hayatıma dair ufak tefek saptamalar yapıyorum, bunun mali bir değeri, ya da sosyal bir anlamı olur mu diye düşünmüyorum. Ben müziğimi yapıyorum. Abartacak bir şey yok. Mozart'ım diye çıldırmak istemiyorum, ya da albümlerim şu kadar satsın diye bir derdim yok. Bu tavır haddinden fazla Avrupalılık gibi geliyor bana. Amerika'da da rahat edemedim, Avrupa'da da rahat edemeyeceğimi biliyorum, Doğuda da rahat edemiyorum. Gerçek bir doğulu kadar da durağan değilim çünkü. Kadıköy bana bu ikisinin arası gibi geliyor. Karşı taraf beni korkutur oldu mesela. Dört sene ayrılıp da geri döndükten sonra inanılmaz bir değişim gördüm. Ama Kadıköy böyle değil. Doğulu olmanın getirdiği bir hareketsizlik de yok aslında. Yaptığının farkında olmaya çalışan insanlar var burada. Bunun ötesinde ne olabilir ki... Bundan daha iyisini yapan vardır belki de ama, benim için iyisi bu. Çevremdeki insanlar için de böyle.

Yani bir grup anlayışı var buradaki insanlar için.
Öyle gibi, ama işin başka bir boyutu var ki, bu kitle Sürekli didişir. Kavga anlamında değil, tartışma vardır aramızda. Kimse kimsenin kuyusunu kazmaz.

Herkes birbirine yakın, tanışık. Samimi olmasan da arada bir bağ var. Karşı taraf daha karışık ve hareket halinde. Burada ise bir hareketsizlik var.
Hareket var, ama harekete reklam yok burada. Hareket her yerde var. Tanıtımla, reklamı ayırmak lazım. Bizim satacak bir malımız yok.

Yani satış amaçlı değil hiçbir şey.
Satsa üzülmeyeceğiz, bunu söyleyeyim. Ama kıçımızı kaldırıp da reklam peşinde koşamıyoruz bir türlü.

Benim de gördüğüm buydu zaten...
Herkes mutlaka bir şeyler yapıyor. Şimdi hazırladığım bir albüm double olacak. Ocak'ta kitabım çıkacak. Karşı taraf zor ve yorucu. Yine de bizim tayfa klip peşinde koşmuyor. Bu bana iyi geliyor.

Albümlerinde neden tek başına çalışmayı tercih ediyorsun?
Tercih etmiyorum, tercih ettiriliyorum. Çünkü param yok. Aslında bu bir açıdan da iyi oluyor. Kendini ne kadar kısıtlarsan yaratıcılığın da o kadar gelişir. O yüzden iyi bir şey bu. Çok fazla kişi işin içine girerse, sanat eserinden uzaklaşılır diye düşünüyorum. Dört ressam oturup resim yapmaz. Bu böyledir. Mesela ben sinemayı sanat eseri olarak görmüyorum. Sanata olabildiğince uzak bir şeydir, toplumsal bir fikir beyanıdır. Onun için kendi müziğime daha çok sahip çıkabilmek için yapıyorum bunu. Piyasaya mal üretmiyorum. Mal ürettiğin zaman, şu işi şu adam iyi yapar, onu kiralayalım gibi derdin olur. O zaman da bu sanat olmaz. Bunun adı ticari ürün olur.

Aşk ...
Aşk cins cins, muhtelif aşklar vardır. Bunların hepsini kavrayan bir aşk varsa, o da yaşamaktır. Hayattaysan onu yaşıyorsun, üstelik mecburen yaşıyorsun. Şu anda konuşuyorum, bu aşk. Sigara içiyorum, bira içiyorum, bu bir aşk. Aklıma bugün şöyle bir örnek geldi; Yavuz Çetin'in intiharı, ölüm üzerine daha ağırlıklı düşünmeme neden oldu. İntihar etmek için en iyi yol nedir biliyor musun? Nefesini tutmak. Eğer öyle ölmeyi becerebiliyorsan, o zaman ölümü istiyorsun demektir. Onun dışında yaptığın şey namertliğe giriyor. Doğaya bak, canlılar yaşamak istiyor. O yüzden aşk bu...

Utangaç bir yapın var...
O belli olmuyor (gülüyor), bazen çok utangaç oluyorum, ama evet, utangaç diyebilirsin... Onu da yıkmaya çalışıyor olabilirim.

Bilmenin getirdiği bir mahcubiyet olabilir...
Bilgiye fazla sırt dayamamak isterdim. Bilgi mi, sezgi mi dersen, sezgiyi tercih ederim. Ama öğrenmeye çalışan bir tipim, böyle bir takıntım var. Zaten mesleklerimden biri, üniversitede hocalık, ama entelektüel olmak hoşuma gitmiyor, ayıp gibi geliyor bana. İnsanlığın bütün kültürünü al, kendine mal et, ondan sonra konuş babam konuş. Senin fikrin ne peki. Birikimin içinde senin fikrin rahatlıkla eriyebilir. Sen, sen olmaktan çıkabilirsin. Aptalca konuş, ama sen ol.

Müziğinin temelinde çocukluktan gelen bazı etkenler var mı?
Ben memur çocuğuyum. Çocukluğumun en büyük dönemi dolaşarak geçti. Hiçbir yerde bir seneden fazla kalmamışımdır. Kaymakam çocuğuydum. Bir ilçenin en önde geleninin, yani dövülmesi gereken çocuktum ben. Aslen Sivaslıyım. Sivaslı olup da bağlama çalmadan olmaz. Önce bunu çaldım. Hayatım kültür şoklarıyla geçti.

İlk kültür şokun...
Almanya'ya gönderilmemdi. Çorum'daydık. 4,5- 5 yaşlarındaydım. Anneannemin yanına, Almanya'ya gittim. Ailem başka bir yere gitti, ben başka. İki sene sonra tekrar Çorum. Ardından Siirt, tekrar Almanya... Dört beş ay kalıp, tekrar Siirt-Şirvan'a döndüm. Olabilecek tüm kültür şoklarını yaşadım. Yedi sekiz yaşlarında tek başıma yolculuklar yaptım.

Yalnızlık duygusu belki bu yüzden bu kadar hakim sende. Ya da rock'ı seçmende etken...
Evet, çocukluğumda yalnızlık var, tek çocuktum. Annem babam çalışıyordu. Babam sert bir insandı. Sorunlarını kendin çöz, derdi. Belki onun için bugün her şeyi kendim yapıyorum. Tek başına yaşamak gibi bir alışkanlığım var. Yalnız kalan duygusallaşır. Belki duyguları öldüren aşırı halk adamı olmaktır. Toplumun duygu olarak belirlediği patenleri benimsemek çok kolay. Bu faktör de kendini tanımaktan uzaklaştırır insanı. Aşık Veysel örneğini vereceğim. Çok soyut bir insandır, kördür, uzak bir yerdedir. İyidir bu. Toplumdan uzaklaşmak anlamına da gelmiyor. Zaman zaman sosyal bir insan kabul edebilirim kendimi. Öyle olmasam zaten albüm yapamam. Ama yalnızlık çok iyidir, yalnızlık için ağlamamak gerekir. Özellikle de bunu mali amaçlara meze etmemek gerektiğine inanıyorum.

Çocukluğunda bağlama çalmışsın, sonra trompet dersleri almışsın. Ne zaman rock dinlemeye başladın? Veya neden rock yapıyorsun?
Ortaokul döneminde klasik müziğe ilgi duydum. Trompet çalmaya başladım. İstanbul'a taşınınca rock maceram başladı. İstanbul beni rokçı yaptı. Ama sırf rock yapacağım saplantısından uzaklaşmaya çalışıyorum. Ve her müziğin mubah olduğuna inanıyorum. İlk gençlik yıllarında rock çok eğlenceliydi. Bunu başka sosyal olgulara bağlamak mümkün. Amerika ve İngiltere'nin eşsiz destekleri var bu konuda... Ne gördüysem onu yapıyorum aslında. Müzik tarzı değil önemli olan, o tarzın içindekiler önemli. Arabesk bile yapıyor olabilirsin, ama onu yapıyorken bile başka bir noktadan yaklaşabilirsin her şeye. Bunun tersi, toplumsal çatışmayı kabullenmek oluyor. Ben toplumsal çatışmalardan çok rahatsız oluyorum.Türkiyeli olarak doğu ile batının arasında, sentezden nefret ediyorum. Çünkü bu bana tembellik gibi geliyor. Doğudan biraz alayım, biraz da batıdan alayım, ürünmüş gibi kullanayım... Tarihi olarak öyle bir yerde yaşıyoruz ki, buradan yeni fikirler çıkabilir. Bunun tek yolu da reddi mirastır. Doğuyu da batıyı da reddedeceksin. Aldığını aldın zaten, yeter. Kendin bir şeyler söyle. İstanbul, dünyaya kültürel liderlik edecek potansiyele sahipken, diğer çevreler tarafından buna izin verilmeyen bir yer görünümünde. İzin verilmiyor. İnsanlar ne tarz müzik yapıyorsun diye soruyor. Bilmiyorum, diyorum. İsmini sen koy. İster rock de, ister arabesk, ya da bir şey deme. Yeni bir kelime bul. Ben, ben olmak istiyorum.

"Zaman akmaz ki" diyorsun şarkında. Aslında her şeyin bir tekerrürden ibaret olduğunu söyler gibisin. Sanki Sürekli enkarnasyon yaşıyoruz, öyle mi?
Aslında tarihin tekerrür ettiği falan yok, o bizim bok yememiz. O enkarnasyonla da biz rahatlıyoruz. Eğer sen zamanı akan bir obje olarak gösterip, insanların kafasına böyle bir paradigma yerleştiriyorsan eğer, o zaman evet, zamanın aktığını sanır insan. Zaman niye aksın ki, akmaz... Eğer sen saat yapıyorsan, saat hareket eder. Sen zamanın aktığını düşünürsen, saat hareket eder. Aynı şekilde "zaman çabuk geçiyor, yaşlanıyoruz" derler. Zaman geçmiyor, sen zamanın içinde hareket ediyorsun. Bu önemli bir paradigmadır. Güneşin battığına inanmak gibi bir şey. Güneş batmaz, sen dönüyorsun. Başta lüzumsuz bir muhabbet gibi gözüken, ama hayatı algılayışımızın altında yatan şeyler bunlar. Eğer zamanın aktığına inanıyorsan, evet, her şey tekerrür eder. Ve korktuğun her şey de teker, teker başına gelir. Ama zaman akmaz, biz zamanın içinde ilerleyen yaratıklarız dedin mi, kendine güvenin gelmeye başlıyor. Zamana bağımlı değilim, bir şeyler yapabilirim diyorsun. Çünkü zamanın içinde ben ilerliyorum.

O zaman belli normları ve hayat içersindeki putları kırmak gerekiyor...
Doğuda da batıda da belli konseptler var. Putlaştırmak iyi bir şey değil. Putlaştırmak, yanında hakir görmeyi getirir. Birbirinden ayıramazsın bunları. Bir şeyi putlaştırırsan, bazı şeyleri eziyorsun demektir. İnsanları olduğu gibi kabul edeceksin, onları ilahlaştırmayacaksın. Bunun içine sanatçılar da giriyor.

O yüzden klip yapmıyorsun, öyle mi?
Evet, göz en çok yanılan şeydir. Göz aptaldır. Mesela David Bowie'nin tabirine göre, göz açtır. İnsanın gözü kulaklarından daha açtır, gibi lafı var. Doğru, bunu bile, bile sömürmenin bir anlamı var. İnanılmaz yakışıklı rock starı Demirhan Baylan olarak mı dolaşmam lazım? İnsan utanır böyle şeyden. Saçımı taramaya bile üşenen bir herifim. Benim adam olabilmem için toplumsal patentlere uyum sağlamam mı gerekiyor? Hiç alakası yok. Normal insanlar böyle davranmaz. Diyelim ki ben yeteneksizim, bundan utanmam mı gerekiyor? Yeteneklilerin dünyayı ne hale getirdiklerini gördük, atom bombası yaptılar. Ne yapacağım ben? Herkese tavsiyem şu; sanat iyi bir şeydir, valla iyi bir şeydir. Çünkü sanatla uğraşmak utanç kaynağı oldu bazı çevrelerde. Sanat insan içindir ya, genelde insan kendisi için yapar sanatı. Birileri faydalanırsa da faydalanır. İsteyen herkes yapsın. İçinden şiir mi yazmak geliyor, yaz. Ya da resim mi yapmak geliyor... Kim tutuyor seni? Kim tutuyor biliyorum, bu ilahlar tutuyor. Leonarda Da Vinci'nin resmine bakıyorum, ondan sonra resim yapamıyorum. Çünkü bir paradigma var kafamda, yaparsam böyle yapmak zorundayım diye düşünüyorum. Ne cüret ya! İçimden resim yapmak geliyor. Yetenekli miyim, tembel miyim, iyi miyim? İnsanım! İnsanı hayvandan ayıran tek şey düşünmek değil. Güzellikleri ortaya koyma yeteneğimiz var. Baskıcı yöntemlerle insanı ezerek, sen yapamazsın, edemezsin diyorlar. Sen bana şiirlerinle ya da resimlerinle gel isterim. Ama beğenmemi bekleme. O da bir özgürlüktür. Senin beğendirme derdin olmayacak. Sadece var olma sebebiyle yapıyorsun onu. İçinden geliyor. İşte o zaman hayatın anlamını bulursun.

Deniz Durukan
2000

10 Derste Hayatta Mutlu Olma Kılavuzu!

Vapur, çay, deniz, yağmur, Kadıköy, lodos, Kesmeşeker, hüzün, aşk, sakinlik, futbol, gece huzur naif, şehir, gri, kum, Mc Cartney, kariyer, kalp acısı, yalnızlar ligi, müzik, dünya, insan, hayat, kaçışlar, dönüşler...” Cenk Taner; anahtar kelimeleri bunlar olan bir “kendini arama” motoru... Uzun yalnız çöllerde tek başına koşup da bulmaya çalıştığı yıldızları, şehrin ışıklarından dolayı artık göremeyen, harcı yalnızlıktan karılmış insanlara bir teselli ikramiyesi... Kafası batı, yüreği doğu, kelimeleri dünyalı bir adam, bir yalnızlık manifestosu. Ve aşağıda da; Kadife Sokak'ta kimsenin ilgilenmediğiboş bir cafenin üst katında, yukarıda geçen anahtar kelimeler üzerine yaptığımız keyifli bir sohbetin dökümü...

Sondan başa doğru gidelim ve tüm Kesmeşeker dinleyicilerinin en çok merak ettiği soru ile başlayalım: Yeni bir Kesmeşeker ya da Cenk Taner albümü geliyor mu?

Evet, yeni şarkılar var ama açıkçası Kesmeşeker olarak mı yoksa Cenk Taner olarak mı çıkacak, ona henüz karar vermedim. Burada bu -im'in altını çiziyoyorum ama egodan değil. Çünkü “İzin vermedi yalnızlık” gibi solo bir albüm isteyen de çokinsan var, ama tabii ki önemli olan sadece insanların ne istediği değil. Yani o karak vermekle ilgili Bir şey. Ama yapacağız.

İzin Vermedi Yalnızlık”ı, 5 Kesmeşeker albümünden sonra yapmıştın. Ve ondan sonra yine bir “grup albümü” olan “Kum” geldi. Peki o albümün öncekiler gibi bir Kesmeşeker albümü değil de, bir Cenk Taner albümü olmasına karar vermenin nedeni neydi?

O garip bir dönemdi, grup işi biraz yormuştu açıkçası, çok eleman değiştiriyorduk. Benimde öyle sakin akustik şarkılarım vardı, onları değerlendirmek için yaptığım bir albüm oldu “İzin Vermedi Yalnızlık”. Aslında o sayede birçok insanda Kesmeşerk'i keşfetti, çünkü şöyle durumlar çok oldu örneğim; birine “ne dinliyorsunuz” diye sorulduğunda “Cenk Taner” dinliyorum diyor, ama Kesmeşekeri bilmiyor mesela. “Aa Kesmeşeker'in de albümü alacağım” falan derken, o da başka bir yol açıyor. Hem bizim Kesmeşeker'de akustik şarkılar vardır böyle, onlar da bi işaret gibi oldu işin açıkçası. Birde o çok özel bir dönemdi, albümden ankaşılır belki zaten, ve ben o kadar özel bi durumu grupla yapmak istemedim. Onun için tek yaptım. Yani o dinlenme albümü gibi Bir şey oldu. Tek başıma girdim, çaldım ve çıktım. İşin özü de odur aslında. Öz olarak böyle bir albüm duruyor orada. Ama dediğim gibi bundan bir solo daha olur mu olmaz mı onu da bilmiyorum gerçekten.

Bu duruma bir zaman da veremiyosundur sanırım?

Yok yok, bu sonbahar ya da en geç kışta bir albüm çıkarmayı düşünüyorum artık, çünkü en son'te çıktı. Baya bir zaman oldu. Yeni bişey yapmak lazım artık.

Zaten şöyle Bir şey demişsin “yazdığım için mi taşıyorum bunları, yoksa yaşadığım için mi yazıyorum bilmiyorum ama sonuçta bu nedenle 2-3 yılda bir, bir albüm çıkarıyorum”, “kum” albümü çıkalı 4 yıl oldu bile zaten....

Evet ama zaman geçtikçe yazmak daha zor oluyor aslında. Yani müzik açısında değil de, sözler açısından daha da zor oluyor. Çünkü ben 2004'te öyle bir akış yaptım ki zaten

2001'de solo albüm çıkmıştı, ardından 2004'te “Kum” albümü çıktı, onla beraber aynı yıl kitap (Andıran Otu) da çıktı. Ne kadar doluysam artık, hepsini şar birden dışarıya çıkarmışım! Ancak şarj etmek bir 3-4 sene aldı tabii, yeni yeni şarj olduk. Şimdi onları hazırlıyoruz. Sözler çok uğraştırıyor. Çünkü benim de tamam demem lazım, e söz olarak bir beklenti de var tabii. Onun için o konuda biraz ince eleyip sık dokuyoruz bu yüzden de biraz gecikti ama gene acayip bir durum olacaktır; çünkü sözlerde insan bazen kendini sansürlüyor, yani “ çok da uçmayayım” falan diyorsuni ama ben saldım tamamen artık ipleri, artık uçuşsa uçuş yani.

“Andıran Otu1 için “yazdığım ama şarkı yapamadığım şeyleri kitaplaştırdım” demişsin. Peki “andıran otu”nun devamının gelmesi söz konus mu ? Yani senim müziğini sevip dinleyen insanların ikinci bir cenk taner kitabı olacak mı kütüphanelerinde?

Kitap işi başka bir şey tabii, başka bir iş yani... O kadar şeyi biriktirmek de çok zaman alıyor, ben onu yıllar içinde biriktirmiştim. Aslında bu yeni yyaptığım şarkılarda da Andıran Otu'ndan bazı bölümler var, yani onları da müzikledim. Ha böyle birşeye gerek var mıydı, buna emin değilim açıkçası kendi açımdan. Gene birtakım taslaklar var ama bir kitap haline gelmesi daha uzun bir zaman alır. Yani kitap işi daha başka bir disiplinmiş onu anladım, ama olabilir tabii, her şey olabilir bu gezegende, buna da inandım.:)

Bir de şu anki kadroyla bir Kesmeşeker “bes of” u söylenisi dönüyordu ortalıkta, böyle bir planınız var mı?

Şu anki kadromuz hani “all star” denir ya, işte öyle bir kadro. Konserler için toplanmış bir kadro aslında bu.Ben bu kadronun bu kadar uzun süre gitmesini açıkçası beklemiyordum.Bir sene filan çalarız diyorum ama işte 4 senedir çalıyoruz. Best of albümünü ise rafa kaldırdık Bu kadroyla yeni, yani sıfırdan bir albüm yaparmısınız dersen ondan da emin değilim.Ama çalarız eğleniriz, çok iyi arkadaşlarız beraber iyi vakit geçiriyoruz o ayrı, ama sıfır bi albüm başka parametreler isteyen bir şey. Çocukların da kendi grupları işleri var. Bu işe ne kadar yoğunlaşılabilir, yoğunlaşılmaz, bir sürü soru işareti var tabii orada.. Ha belki şu olabilir; Kesmeşeker 20. yıla doğru gidiyor belki bir 20. yıl albümü yapabiliriz, eski elemanların da hepsi gelip çalabilir.

Çok güzel olur. Karga konserinde de olduğu gibi; ben gelemedim ama Youtube'dan tamamını izledim, Kesmeşeker tarihine toplu bir bakış gibi de olmuş aynı zamanda...

Evet biraz öyle oldu, eski arkadaşlar geldiler, o kadroyu hiç seyretmemiş insanları gördüler, öyle bir hoşluk oldu tabii.

Konusu açılmışken, en çok merak edilen şey ikinic husus da konserler elbette... Cenk Taner ya da Kesmeşeker olarak bir konser planı var mı yakın zamanda?

Tabii, tabii o Karga'daki konserin ikincisini yapabiliriz, o çok güzel oldu. Başka şartlar altında başka illerden de istekler var ama o kadaroyu oralara götürmek zordu. Tani ben tek başıma gidecektim ama aynısı olmayacaktı galiba.Yani İstanbul'da gene öyle bir konser olabilir; Cenk Taner ya da Kesmeşeker olarak... Zaten ikisinin çok da fazla bir ayırımı yok..


“Kesmeşeker eşittir Cenk Taner” diye sen de söylemiştin zaten...

Evet öyle bi durum var, insanlar genellikle “Ksmeşeker diye çıksalar” diyorlar ama şimdi bizde de öyle bir ehliyet oldu ki ben Cenk Taner olarak yapsam ama Kesmeşeker ismini koysam onu kabulleniyorlar mesela. Yani zaman kısa hayat kısa, insanları da kırmamak lazım yani, kendimizi de üzmeden...

Andıran Otu'nun girişindeki biyografi kımsında şöyle yazıyor: “Cenk Taner; kadıköyde yaşıyor.” Ben de bulmuşken sorayım diye düşündüm, evet gerçekten Kadıköy'ün ayrı bi havası var ve bu da muhtemelen buradaki üretimden kaynaklı bir durum. Peki bu üretime zemin hazırlayan, Kadıköy'ün Kadıköylü'ye kattığı ve aynı zamanda Kadıköylü insanlarında yaşadıkları yere kattıkları bu şey tam olarak nedir sence?

Güzel sordun. Ya şimdi Taksim'de Mecidiyeköy'de filan öyle bir durum olması çok zor çünkü insanlar orada oturmuyorlar zaten, orada çalıyorlar. Yani, işlerini yapıyorlar. Sonra da evlerine dönüyorlar. Kadıköy nasıl diyeyim aslında onun net cevabını bende bilmiyorum, yani şundan şundan dolayıa şıkkı b şıkkı diyemem yani.Ama böyle yani, burası ayrı bir devlet gibi bir yer aslında, karşıdan buraya geçtiğimizde “oh be Kadıköy'e geldik diyoruz”, yani nefes aldığımız yer burası! Dolayısıyla insan nefes aldığı yerde özgür oluyor. Nefes aldığın yerde özgür olduğun için de, özgür olduğun yerde üretiyorsun herzaman. Budur yani, bizim özgür olduğumuz yer Kadıköy. Ben karşıda o kadar özgür hissetmiyorum kendimi.Bir cendere gibi hissediyorum çoğu zaman. Bizim yerimiz, anayurdumuz burası.

Hatta buranın ayrı bir devlet olması ve senin burayla çok özdeşleşmiş olmanla ilgili şöyle muhabbetler döndüğünü gördüm internette: “Kadıköy bağımsızlığını ilan etse Cenk Taner'de yönetici olsa diye. Bu bir geyik tabii ama kendi iç dünyanın yanı sıra içinde yaşadığın dünyanın sorunlarına da duyarlı olduğunu da şarkılarından da rahatlıkla anlayabiliyoruz zaten, peki aktif bir şekilde politikanın içinde olmayı düşündün mü.

Öyle muhabbetler oldu geçen sene. Belediye başkanlığına adaylığını koysana abi falan. Bende evet naparım nederim diye düşündüm. Ama politika ayrı birşey tabii, mide spazmı filan geçiririz büyük ihtimalle. Ama Kadıköy belediye başkanlığı bak ilerde olabilir yani, ona çok hayır demiyorum.Buradaki oy potansiyelimizi de biliyoruz. Kimse farkında olmasada ! :) Ama dediğim gibi politika çok ayrı birşey, biz şarkılarda politika yaparız ama politikada şarkı yapmak zor tabii orada politika yapıyorsun.Ama bir kıllandırma açayım orda olabilir niye olmasın.

Tekliflere açığım diyorsun yani?

Bağımsız aday Cenk Taner! (Gülüşmeler) Bağımsız aday içinde para lazım da işte dinleyicilerde de para yok onun için..Sadece şovumuzu yaparız yani, güzel olur. Tabii birde Kadıköy'de yaşayan ve yazan insanlarız. Kadıköy'ün de valisi değilim sonuçta, muhtarı da değilim... Kadıköy kadar Tokyo'ya da ilgim var yani, kardeş belediye olmayı çok isterim.

Peki eski Kadıköy ortamı ile yenisi arasında üretkenlik açısından - hem nicelik hemde nitelik olarak – bir fark görüyor musun?

Tabii “bizim zamanımızda Kadıköy başkaydı” falan demeyeceğim, yani mutlaka başkaydı tabii ama üretim açısından bakarsan daha bile çok üretim var işin açıkçası.Nitelik olarak da o zamanki gruplara bakınca diyebilirm ki çok da değişen birşey yok aslında Kadıköyde, çünkü o zaman 200 grup varsa, zamanın eleğinden geçtikçe hala devam eden 5-6 tane kaldı o yıllardan. 90'lardan... İşte şu anki gruplarda öyle olcak, elenecekler, 5-6 tane kalacak. Ama müzikal çeşitlilik olarak her zaman iyidir, en azından bir çaba var. “aman nedir bu” falan diye de hiçbir zaman demem, çünkü iyiler! Tabii Kesmeşeker falan dinleyerek büyüdükleri için.... Temel sağlam yani! :)

Kadıköy'le bu kadar özdeşleşmenin yanında bir de Galatasaraylı olma konusu var tabii... :)

İşte Kadıköy grubu, Kadıköye dair şarkılar yazmış, Kadıköy sound falan olunca insanın buranın takımını tutması bekleniyor doğal olarak! Bende öyle bekleyebilirdim ama bizim işimiz şaşırtmaktır her zaman! Yani şarkılarda da böyle sağ gösterip sol vurma olayı var zaten. Öyle bi durumumuzda var yani. :)

Şarkılarında futbola da ok gönderme var. Hayatla futbolun ne kadar paralel olduğunu, açıkçaıs futbolla hiç ilgisi olayan biri olarak ben ilk kez şarkılarında farkettim mesela...

Zaten futbola ilgim vardı her zaman ama tabii bu biraz erkek çocuk olmakla da gelişir açıkçası. Ufakken top oynardık ve büyük de bir zevkle yapıyorduk bu işi. Maçları takip ettik her zaman, dünya kupalarını...Yeri geldi Afrika 3. lig Zimbabwe maçlarını bile takip ettik, buda böyledir yani. Sonra burada o zamanki entellektüel ortamların futbolu dışlayıcı bir tavrı vardı her zaman. Kendi içinde haklı oldukları yönleri de olabilkir ama bana da çok gerçekçi gelem bir açılım değildi o. Çünkü futbol işte. 11 kişilik bir takım eşittir mahalle arkadaşlarının konumudur. Müzik grubu da ona benzer çünkü bir kaleci var, yalnız bir adam o... işte back vokal var... mahallenin yakışıklı elemanı falan var; ama onlar back vokal olmayı istemez. Onlar hep gol atmak ister, forvet olurlar. Efendim kafası çalışan oyun kurucu olur falan böyle acayip bir benzerlik kurabilirsin tabi orada insanın bakış açısı çok şeyi değiştirir, mesela bir takıma takım olarak bakabilirsin bir taraftar yenilse de yense de her zaman takımını turar çünkü rada 11 adamın bir mahalledeki durum olduğunu bilir. - Onlar para kazanan versiyonları tabi, amatörleri saymazsan- Ama gidip holigan mantığıyla bakarsan hiçbir yere gitmez o iş böyle biraz daha duygusal bakarsan çok benzerlik kurabilirsin onun içinde metaofor olarak ben çok kullanıyorum. Şimdi yeni bir şarkı var mesela “ Metin Kurt yalnızlığı” diye ; Metin Kurt Galatasaray eski futbolcusu ama aynı zamanda ilk sendikal örgütlenmeyi yapan adamdır. Şimdi bir lokantası var Halk Sofrası diye... Yani o değinmelerimiz de devam edecektir.

2004 yılında Masalevi'nde Kaan Altan ve Demirhan Baylan ile birlikte Kadıköy Sound adı altına bir konser verdiniz. Ama bu birlikteliğin devamı gelmedi ve orada kaldı. Nasıl buluşuldu ve neden devam etmedi?

O zaten bir grup değil de bir projeydi aslında, tek konserlik bir proje olarak kurulmuştu herkes kendi şarkılarını söylüyordu. Birde o isme fazla yapışıp kalınca insan bir yerden sonra tamam diyor. Yani genç bir grup müzisyengelip de abi ne bu ya “Kadıköy Sound” siz de sahiplenmişsiniz” deseler doğru derim., çünkü yani onlarda yapsa Kadıköy Sound diye konser “bu ne ya” falan demem. Bu herkese açık özgür bir sound sonuçta. 90Larda çıkan bir isim oldığı için efsanesi bu yüzden. Zaten o gece çaldığımız şarkılar da herksin kendi şarkılarıydı.yani biz de “kadıköy sound” diye yeni şarkılar yapıp konser vermedik kendi şarkılarımızdan çaldık. Öyle tek konserde kalmak iyi yani

Bir Kadıköy Sound filmi olarak geçen ve Mehmet Öztekin'in yönetmenliğini yaptığı “Buruka'cı” isimli kısa metraj filmin müzikleri de sana ait. Onun dışında hiç film müziği yapmayı düşündün mü yoksa bir teklif gelse sıcak bakar mısın?

Tabii film müziği başka bir olay orada da ben zaten Burukacı için sıfırdan bir müzik yapmadım, vardı zaten şarkım ve onu verdim. Ama bundan öne tiyatro, çocuk oyunu müziği yapmışlığım da vardır. Olabilir tabii ben bazı şeylere açık olmak taraftarıyım. O olmaz bu olmaz diye birşey yok, ama reklam konusunda çekincem olur.

Kesmeşeker seyircisiyle çok ilginç bir ilişkiniz var, hem belki kendi kendini dahi sorgulayan bir dinin peygamberi sıfatı yakıştırıyorlar senin için, hemde çok yakın bir arkadaşı gibi de görüyor dinleyici seni..Hatta o yüzden çok samimi bir şekilde tepkilerini de dile getirip hesap sorma durumları da oluyor bildiğim kadarıyla. Peki sence Kesmeşeker seyircisi ne yapardı bir reklamda Cen Taner müziğini görse?

Bir keresinde “büyük plak şirketine geçsek ne olur” diye sormuştum bizi sevenlere, “abi bizim için farketmez, yeter ki albüm yapın” demişlerdi. Yani “vay olayı sattınız” gibi bi duruma sokmamışlardı. O da bir artı puan tabii. Aslında o bizim yapacağımız açıklamayla ilgili yani aramızda öyle samimi bir ilişki olduğu için yapacağımız açıklamaya da tam am diyeceklrdir. Mesela bende bir reklamda görseydim sevdiğim grubun bir şarkısını, ilk tepkim “eyvah sattılar olayı”, baksana bizim gençliğimizin şarkısı ne oldu, İşte Güneş'i “Güneş Deterjanları”na sattılar” falan olurdu tabii ama daha sonra derdim ki “burası Türkiye ya bir dakika yani! Zaten ne kadar konser veriliyor, telif hakları ne kadar sağlıklı işliyor...” gibi hafifletmeye çalışırdım bu suçu kendi kendime. Herhalde satamamışlardır ya o kadar da değil falan diye... Tabii Türkiye'de bir grubun taşama tercihleri ve koşulları da çok farklı, ya biz hiç bu işlere girmeyeceğiz, ki girmedik zaten, o zaman da çok konser vermemiz gerekiyor, çok konser vermeyince de ara sıra “bu yollara sapalım mı sapmayalım mı” durumuna giriyor muyuz? Valla giriyoru dersem yalan olur açıkçası. Düşünmüyoruz.

Senin mğziğinde şöyle bir taraf var; bi kere sakin. Ama aslında çok huzursuz edici şeylerden bahsediyor. Çünkü, nasıl diyeyim bir insan var; bir yandan zaten iyi köt ü düşünen ve aklı başında bir insansa – başta kendisi olmak üzere- hayatı sürekli sorguluyor. Içsel anlamda bir arayışı zaten var, artı senin şarkılarında da sürekli geçen ce tüm o soyut simgelerin ortasında taş gibi oturan “fatura”, “beyaz eşya” gibi maddi durumlarıi “erken kalkmak zorunda olduğu lodoslu sabahlar”ı var. Ve tüm bu karmaşanın ortasında bir de yürütmeye çalıştığı ilişkileri var elbette. Hayatının “lay lay lom” devresi geçip de bazı tatsız durumlar ve gerçeklerle yüzleşmenin gerektiğini ve işkerin hayal ettiğin gibi olmadığını farkettiğinde ise bir umutsuzluğa kapılıyorsun dünyaya dair, diyorsun ki “ne oluyor”? Bir yandan okuyorsun, dinliyorsun ve bir bakıyorsun ki bunları yaşayan tek sen değilsin ve önünde muazzam bir kütüphane var; kitaplar, şarkılar var... Senin şarkılarında işte şöyle bir durum var; sanki sen bu paniğe kapılmış insanın odasına gelmiş, gitarını almışsın “tamam gel, sakin...doğaldır, hepimiz yaşıyoruz bunu...” der gibisin. Belki de bu yüzden insanların senin için “tam beni anlatıyor” hissine kapılıyor ve işte bu nedenle de böyle bir iletişim ve yakınlık var seninle dinleyicilerin arasında...

Doğrudur, fazla samimiyetten zaten ne oluyorsa oluyor bizde. O tip şarkılarda ben hiç “aman şunu da yazamayayım şidmi” diye düşünmedim, gerçekten neyse, içimden ne geliyorsa ve ne hissediyorsam onu yazmışımdır. Çünkü öyle çok insan olduğunu biliyorum, yani sonuçta bir frekans gönderiyorsun ve o frekansta binlerce insan var. ama hayat insanı öyle bir hale getiriyor ki; artık kimse kimseyle açık bir şekilde konuşamıyor, çok zor. “Arkadaşım” dediğin insan bile oturup düşündüğün zaman kaç tane var hakkaten? Bu bile aslında önemli bie soru işaret, yani gerçekten samimi diyeceğin, hani vardır ya filmlerde, kitaplarda; herşeyi anlatırsın, en zor zamanlarında onu ararsın falan.. Evet kaç tane var yani? Çok azi o daha da çok çocukluk ideali olarak kaldı. Dost desen o zaten çok az. Beraber eğlendiğin yediğin içitiğin bir üsür insan oluyor ama gerçketen içindeki herşeyi hiç çekinmeden anlatabileceğin insan sayısı yok gibi birşey aslında! Yani herkes kendi kendine yaşıyor bu dünyanın içinde. Bir insanla konuşurken bile, birşey anlatıyorsun ama kafandan binbir tane başka birşey geçiyor, yani bu hep böyledir. Onun için de bu kadar samimi bie anlatım tarzı bulunca insanlar işte Cenk, Cenk Taner, Cen Abi, artık ne diyorlarsa “evet işte bizi anlayacak adam” falan.. Ama anlar mıyım anlamaz mıyım onu bilmiyorum, zaten anlasam da yapabileceğim birşey yok çünkü aynı dertten müzdaripiz hepimiz.


Ama o “yalnız değilim” hissi çok önemli. Çünkü bir paniğe kapılıyor insan hayat karşısında çoğu zaman ve bütün bu kitaplara vesairelere bakıp da aslında senin yaşadıklarını yaşayan ne kadar çok sayıda yalnız insan olduğunu gördüğün halde nasıl hala bu kadar yalnız olunabiliyor, mesela oturup bunu düşünmeye başlıyorsun.

Yani işte bu, yalnızlık zaten bu işin mihenk taşı gibi birşey, dünyada belki binlerce kez yapılmış birşeydir ama gene de insanların tam kalbinde yer alan bir konu, bu üreten insanlar için de böyle. Bruce Springsteen'in bir lafı var mesela; “Üretim yapan bütün müzisyenler sıkı bir yalnızlık deneyiminden geçmiştir” diyor ki doğru” Misal bende bu eğitimden fazlasıylai yani masterlı bir şekilde geçirdiğim için üstelik :) Dolayısıyla bunu insanlarla paylaşıyorum ve konsantre bir şekilde insanlara bunu veriyorum. Ki bütün okuduğum kitaplardan seyrettiğim filmlerden etkilendiğim yazarlardan Kesmeşeker'de de solo albümde de vardır birşeylr... Ben ona inanıyorum, bi yazarın sözü vardır; “iyi bir yazar başka iyi yazarlara adres gösterir” der, bir kitap okuduğun zaman çünkü o yazar başka birşeye işaret eder, onu da gidip okursun , alırsın böylece birsürü kitap birikir evde hepsini okumzsın o ayrı mesele :) Ama o adresi istersin yani “ bu adam neyde netkilenmiş?” Bende hep etkilendiğim yazarlara müzisyenlere bir adres gösteririm, hiçbir kıskançlık vs. olmadan. Çümkü aslında dünyada çokuz, yani işte “uçsuz bucaksız azınlık” dediğimi de bu! Öyleyiz, azınlığız ama uçsuz buacksız. Ve bu samimiyet işte herşeyi oraya çıkaran. Ben fazla samimi olmaktan memnunmuyum bunu da kendi kendime soruyorum? Hem evet hem hayır yani bu kadar çıplak ortada kalmak da hoş olmuyor tabii işin açıkçası. Dinleyici de o zaman bunları anlatan adamın yani benim sanki böyle başka bi gizemli hayatım varmış gibi düşünüyor, öyle yazıyorlar sonra “Cenk Taner napıyordur acaba, odasında karanlıkta oturuğ söz mü düşünüyordu?” falan böyle grotesk bir havaya sokuyorlar. Yok tabii öyle bir durum, görüyorsun işte, Kadıköy sokaklarındayız. “ merhaba, merhaba” akşam ne yesek acaba?” Böyle bir durum var. Belki o sıradanlığı yansıttığımız için artı bir değer var ve o d insanlara iyi geliyor. Muhtemelen ondandır.

Senin de şarkılarında bahsettiğin gibi aslında bir kaçma isteği var herkeste ama gidemiyor, gitse de yine buraya dönmesi gerektiğini biliyor çünkü belki de...

Tabii bir yere kaçmıyoruz işte gördüğün gibi. :) Ben onu da anlıyorum yani mesela televisyon seyrediyorsun bir şeye kızıyorsun Amerikalılara mesela... Evet onla ilgili şarkı var oturup dinlersin bazı albümlerde. Işte aşk, evet onu herkes ister, onla ilgili de çok şarkı var, ama tabii “aşık oldum hadi gel beraber olalım” şeklinde değildir elbette çünkü yani bu sokaktaki durum. Sonra su borun patlıyor, tamirci voru değişecek diyor, bir gelişe 150 milyon alıyor falan “ nee! Nasıl ya” diyorsun! Yani böyle şeyler giriyor işin içine, insanların hoşuna gidende oluyor zaten. Aşk falan iyi hoş evet ama araya hep sokuştururum ben böyle şeyleri de... Sonra mistik bi tarafın da oluyor, “içinde İçindekiler Vardır” albümünde ço kvardır mesela, o da giriyor, yani bir yaşama dair herey giriyor o şarkılara, ama tabii benim bakış açımla giriyor. Bende “en doğru baka benim, varsa çıksın!” falan demiyorum tabii ki

Bir sanatçı etkilendiği başka sanatçılara da adres gösterir dedin ya, mesela yalnızca seni dinlemiş bir insanın, senden ilk gideceği yer otomatikman Beatles olacaktır. Hani insanı bir şarkıda ya da kitapta yakalayan birşeyler vardır ya, peki seni en çok ne etkiledi Beatles'da?

Beatles çocuklukta ve ilk gençlikte en çok dinlediğimiz gruptu. Şimdi dinliyor musun dersen o kadar çok değil. Ama iyi bir grup formulünü vermesi açısından çok önemliydi Beatles. Dört ayrı adam; birisi entellektüel, birisi mistik, birisi ticari, birisi mahalle çocuğu... İdeal bir grup karışımı diyorlardı, zaten dünyadaki tüm gruplarda o karışımı yakalamaya çalıştılar. Öyle birşey var, yani tüö gruplar Beatles olmak ister, tüm şarkıcılar da Elvis. Işin özü budur! Ingiliz gruplarına bak mesela, hepsi Beatles olmak istiyor ve ne kadar benzersen Beatles'a, İngiltere'de o kadar kutsal oluyorsun. 60'larda öyle bir elektrik olmuş, buna o stüdyolardaki elektrik kabloları bile dahil! Öyle bir sanat çıkmış, şimdi elimizde bu kadar teknoloji var ama çıkmıyor.

Peki neden? O yıllardaki üretkenlikle kıyaslandığında, üstelik şimdi insanların elinde çok daha fazla imkan varken neden şimdi öyle bir efsane çıkmıyor?

Çünkü Ahmet Hamdı Tanpınar'ın bir sözü vardır, “Huzur”daydı yanılmıyorsam; “aslında ne kadar çok imkan o kadar çok imkansızlık demek.” İmkanlar çoğaldıkca imkansızlık artıyor. Çünkü seçeneklerden insan ne yapacağını bilemiyor. Elinde iki seçenek varsa birinden birini seçiyorsun. Tek seçenek varsa zaten onu yapıyorsun. Ama binlerce seçeneğin varsa seçeneksizsin! Aklın hep bir diğer seçenekte kalıyor, ama tek bir seçeneğin varsa aklın hiçbirşeyde kalmıyor ve onu yapıyorsun. 60'lardaki durum o. Zaten rock müzik dünyadaki en yeni sanat formlarından biri.70'lerde 60'larda altın çağını yaşamış. Şimdi ne çağını yaşıyor dersen, yani işte bir döngü var. o döngü tamamlanıyor ve tekrar başlıyor, japon kılıç öğretisindeki gibi...Yani aslında ustayla öğrenci aynı yerdedir. Çübkü çemberi tamamlarsan usta tamamladığı için oradadır, öğrenci ise yeni başlayacağı için, ve aslında baktığın zaman ikisi aynı yerde dururlar. Bilmeyen ayırt edemez ama birisi ustadır; tamamlamıştır, birisi yeni başlıyoprdur; öğrencidir. Rock müzikte de aynı durum var, yani çarklar döndü, şimdi ustayla öğrenci yanyana duruyor, onu ancak anlayan anlar.

Senin şu anda beğendiğin ve beslendiğin isimler kimler peki; usta-çırak, yerli-yabancı ya da güncel-eski olarak? Sadece müziği kasdetmiyorum çünkü bariz bi edebi yanı da var Kesmeşeker'in.

Zaten daha çok yazarlar aslında. Düzenli olarak rock müzik dinlediğimi söyleyemeyeceğim dürüst olmak gerekirse, dürüstüz diye yarım saattir konuştuğumuz için. Ben artık daha minimal bir müzik anlayışına doğru gidiyorum, yani sakinlik dedin ama sakinlik dibine de vurabilir yani, “çok sakinleşmiş bu adam” da diyebilirler. Çünkü albümlerde de hep böyle sakinliğe doğru bir gidişat var zaten. Onun dışında yazarlardan çok besleniyorum. Ben bir yere giderken yanıma kitap almam mesela, herkes alır, ben gittiğim yerdeki kitaplıklardan kesitler alıırm. Çünkü kendi kitabını götürürsen zaten onu okursun. Halbuki başka insanlardan başka kesitlar almak çok iyi bir kaynak. Bazı Japon yazarları var mesela onlar hoşuma gitti.onları da gittiğim yerlerde kütüphane de buldum örneğin. Onun dışında şairler var, tabii belli başlı şairler zaten var, hani isim versem herkesin bildiği... Ama ben şöyle birşey de yapıyorum, ayda bir filan kitapçıya gidip isimlerini bilmediğim, ilk ya da I kinci kitaplarını çıkarmış birçok şair toplarım. Şöyle bir bakarım tabii, ama isimlerini biliyor olmam gerekmez. Geçenlerde yine aldım öyle birçok kitap.Bir ya da iki kitaplı ama piyasada ismi olmayan, ana akımın dışında bir şeyler. Doğal olarak çok daha besleyici ve kafa açıcı oluyor, şaşırıyorum bazen “aa nasıl yazmış, vay be!” falan diyorsun. Ama orada keşfedilmeyi bekliyor tabii. Öyle bir cümle var dünyada amaı kitapçıda işte alt katta ikinci rafta duruyor o cümle. O kısa cümlryi keşfetmek için de artık biraz şanslı mı olmak gerekiyor bilmiyorum. Sinemadan da çok beslendim gerçekten ama zamanında. Lost'tan hiç beslenmedim! Onu özellikle söyleyeyim. (kahkahalar). Ama şimdi öyle bir durum var ki; belli bir zaman sonra kaynaklarım çok artıyor, yani kediden de besleniyorum mesela, kuştan da... Her şeyden beslenmeye başlıyorsun. Ama bu sağlıklı beslenme, obeziteye ukaşmıyor yani asla! Onun için de kaynaklar sınırsız, ama bakarsan tabii..

Andıran Otu'nda “tüm kitaplar denizde var” diyorsun...

Eveti denizde çok besleyicidir tabi, o harika bir şey... Yani görmeyi bilmek lazımi o da insanı fazla duygusal yapıyor tabi, öyle bir etkisi de var. Ama zaten duygusal insansan görüyorsun. Gördüğün için duygusallığın daha da artıyor. Ve o zaman bu dünyanın yaşam döngüsünde uyma şansız azalıyor, ama bunda bu dünyanın bir suçu yok, sistemle ilgili bir sorun, çünkü sistemle uyumsuz bir durum oluyor

Peki ne yapmak lazım?

O konuda John Lennın sisteme bodoslama girmek lazım demişti ama onun parası vardı tabii. :) New York'ta ilan falan verebiliyordu. Kurt Cobain baktı olacak gibi değil, yoluna gitti. Yani bir şekilde ayakta kalacaksın tabii. Onun bir kaçarı yok, ama formul nedir dersen ben söyleyemem, tehlikeli bir formül çünkü! “Albümlerimizi takip etsinler gelecek albüm açıklayacağım” diyerek promosyon yapayım, mutlu bir şekilde hayattan kalabilmenin yolları mesela... :)

10 derste Cenk Taner'den... Israrla isteyiniz! (kahkalar)



Sezen Aladağ
Eylül 2008