6 Ocak 2010 Çarşamba

Saat Dursa da Akar Zaman

Albümde toprağa dair hikayeler var. Bu çok yüzeye çıkmasa da o toprağın kokusunu hissediyorsunuz. Örneğin 'Nerede Ellerin', 'Kazıcılar', 'Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm', hatta farklı bir anlamda yazılsa da 'Hücre' için bile bunu söyleyebilirim. O halde toprak ve insan ilişkisinden bahsedelim.

Murat Özyüksel: Toprak - insan ilişkisi tarihçi kişiliğimden kaynaklanıyor olabilir. Aynı zamanda grup olarak politik söylemimizde, emekten yana bir tavrımızın olması da buna etken. Daha doğrusu yaşama dair ne varsa şarkılarımıza doğal olarak yansıyor. Bunun içinde yalın bir sevgi olabileceği gibi, toplum olarak yaşadığımız sıkıntılarla ilgili temalar da ön plana çıkabiliyor. Bazı çalışmalarımızda da yaşadığımız günlerle, tarihsel birikimimiz birleşebiliyor. 'Kazıcılar',' Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm' de olduğu gibi. 'Nerde Ellerin'i bestelerken bu bağlamda düşünmedik. Ama söylediğiniz toprak ilişkisi orada da var. Sözleri Hasan Hüseyin'e ait olan bu şarkıyı, yeni dünya düzenin ülkemize yansıyan çeşitli boyutları, tarım, madencilik sektörlerinin itildiği durum, Bergama köylülerinin direnişi gibi faktörler bize çekici geldi. Hücre ise, 'Hücre' de yine bu topraklarda yaşadığımız çok acı bir Süreçle ilgili. Bu şarkı yapıldığında açlık grevleri henüz başlamamıştı. O düşünceyle yazılmadı. Ama F tipi cezaevlerinin sorgulandığı bir dönemdi. Ece Temelkuran'ın 'Hücre Sabır Tanımaz' adlı yazısı üzerine bu şarkıyı yaptık. Yani toprak hikayesi özel olarak kurgulanmış bir proje değil. Ama, proje albüm perspektifinde dinlenilirse, kafa yorup, satır aralarına bakılırsa bu dedikleriniz ortaya çıkıyor. Belki aynı gözle bakıldığında özgürlük teması da ortaya çıkacaktır.


Hücre şarkısı siyasi bir şarkı. Ama başka açılardan da bakılabilir bu şarkıya. İnsanın kendi içinde yarattığı hücreler ve bölünmeler gibi...

M.Özyüksel: Bu şarkı bildiğimiz, klasik anlamdaki hücre için yazıldı. Bunu vurgulamak isterim. Ama dediğiniz açıdan da bakılabilir. Toplumsal anlamda da hücreler içersinde yaşadığımız bir gerçek. Aile kurumu, eğitim, askerlik, devlet gibi kurumların yanı sıra o güne kadar 'kazandıklarımızı kaybetme korkusu gibi dürtülerle biraz da kendi kendimize ördüğümüz duvarlar var.


Siz bir eğitmensiniz. Peki aile, eğitim gibi kurumların kutsallığına inanıyor musunuz?

M.Özyüksel: Hayır, hiçbir şeyin kutsallığına inanmıyorum. Hepsi sorgulanır. Bu anlamda biraz sofist, hatta biraz da anarşist sayılabilirim. Jan Jack Rousso'nun yazdığı gibi, ilk toplumlarda böyle şeyler yoktu. İnsanlar milyonlarca yıl çokeşli, anaerkil yaşadı. Ataerkil sonradan geldi. Bu bağlamda kabile toplumu bile insanlık tarihinde devrimdir. Kabile öncesi dönemi ve bizim modern yerleşik uygarlık dediğimiz yani 7 bin yıl gibi bir Süredir insanlığın göç etmeden yaşadığı dönemleri düşünelim. Değer yargılarımızdaki değişimler ilk anda inanılmaz gelebilir.Kabile toplumunda henüz aile yok, en küçük sosyoekonomik birim olarak klan var. Sonra Roma İmparatorluğunda aile denildiğinde, bildiğimiz çekirdek aile anlaşılmıyor. Pater familias var. Kapitalistleşme Sürecinde çekirdek aile ortaya çıktı. Dolayısıyla hiçbir şeyi kutsal bir dogma olarak kabul edemeyiz. Örneğin; Atina, 5.yüzyıldan önce bütün tartışmalara kapalıydı. Her şey tanrısal kabul edilirdi. İlk kez Sofistler ' hayır, her şeyi tartışabiliriz' diye ortaya çıktı. O günden sonra Atina, düşüncenin en zengin olduğu bir kent haline geldi.Ve hala Atina, düşünce, felsefe deyince başvurmak zorunda olduğumuz bir kent konumundadır.Çünkü onlar aile, devlet, din ve sınıf gibi her şeyin tartışılır olduğunu ortaya koydular.


Bu toprak meselesine tekrar dönersek, 'Kazıcılar' da 'toprak hiç kimsenin değil' diye bir üst başlık atılmış. Bu başlığı koymakla bunu da onaylıyorsunuz. Burada mülkiyete ve sınırlara karşı da tepki var.

M.Özyüksel: Bu şiir 17.yy yapılan Diggers hareketi için yazılmış. Çok az insanın ilgilendiği bir konu tabii ki. Ama evrensel bir yanı var. Aynı Karacaoğlan'nın şiiri 'Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm'de olduğu gibi. Şimdi birisi üç derdim var diye bir şey yazsa; birisi ayrılık, biri ölüm diğeri de yoksulluk der. O evrensellik, Kazıcılarda da var. Kalıcı olmak, zamana karşı direnmek denilen şey bu. O dönemlerde Kral Charls'a karşı burjuva devrimi yapıldı. Bu insanlık tarihini ileriye götüren, feodal yapıyı kıran, avam kamarasını iktidara taşıyan, bir devrimdi. O devrime katılan insanlar, o Süreç içersinde devrim cephesini kurdular. Bu cephe, devrimden sonra parçalandı. Yine o dönemlerde daha ileriye gitmek isteyen, radikal küçük burjuva hareketi vardı. Onlara da 'Düzleyiciler ' deniliyordu. Daha solda, mülkiyete karşı çıkan bir hareket doğmuştu. İşte onlar da 'Kazıcılar ' dı. Kazıcılar da gidip kimsenin yaşamadığı St. George tepelerini ektiler. Komün halinde yaşadılar. Ama idiaları tehlikeli bulundu. En sonunda güvenlik güçleri tarafından dağıtıldılar. Onlar insanlık tarihini düşünceleriyle zenginleştirdiler. Bizde de yarı feodal, hatta kapitalist mülkiyet ilişkileri içinde Adana'da toprakta çalışan sefalet içinde yaşayan köylüler var. Demiryolu belgeselini çekerken birebir gördüm. Günde üç milyon liraya bütün bir aile çalışıyordu. Bu durum sorunun evrenselliğini ortaya koymuyor mu?


Albümün politik bir yapısı olsa da bu estetize edilerek sunuluyor dinleyiciye. Yani sloganvari bir tavrınız yok. Lirizim dozu çok yüksek. Sanırım bu şiire yakın durmanızla ilgili bir şey. Belkide o estetik kaygıyı taşımanızdan kaynaklanıyor.

M.Özyüksel: Slogan olursa sanat olmaz. Tamamen politik şarkılar yapıyoruz demektense yaşadığımız hayata dair şarkılar yapıyoruz demek daha anlamlı olur. Biraz önce sözünü ettiğimiz sorunları bizim yaratmadığımız açık. ama o sorunlardan yoğun olarak etkilendiğimizde. Duyarlı olduğunuz konularda üretirsiniz. Tersten ifade edersek o sorunlar olmasa, bu şarkılar da olmazdı. Şiire gelince, şiirin kendi içindeki müzikalitesi, ritim duygusu ve yarattığı duygularla, müziğimizin karşılıklı iletişim halinde olduğunu düşünüyorum. O şiirlerle bütünleşmesek, bize hitap etmese, -biz yazmasak- bile böyle bir Süreç başlamaz. Başlasa bile yarıda kalır. Böyle bir şiir gördüğümde örneğin Afşar Timuçin'in şiiri beni heyecanlandırıyor. 'İyi şiir yazabilsem, böyle yazardım' diyorum. Belki neden şiir sorusuna verebileceğim en iyi cevap bu. Sıradan şarkı sözü olacağına, böyle müthiş şiirlerin olması bana göre daha iyi. Ayrıca yaşayan şairlerin şiirlerini şarkılaştırdığınızda, eğer dostluğunuz da varsa onların desteği ve beğenisi ayrı bir güç veriyor. Ama ille de bu şiir bestelenmeli, ya da bu şiirleri daha geniş kitlelere duyuralım gibi dertlerimiz yok. O şiirler kendi başına güzel zaten. Bizimki sadece yorumlama, farklı bir sunuş.

Ali Erenus: Her şiir, şarkı formatına uygun olmayabilir. Çok iyi bir şiir her zaman çok iyi bir şarkı olmayabilir. Şiiri okumaya başladığınız zaman, daha ilk mısrada, bazı şiirler şarkısını söylemeye başlar. Bugüne kadar iyi veya kötü yazdığım, dört beş tane şarkılaştırdığım şiir var. Onlarda o etkilenmeyi, çok yaşadım. Okumaya başladığımda şarkı zaten söylenmeye başlıyor.

M.Özyüksel: Aynen katılıyorum. Bazen ısmarlama şarkı yapılıyor. Adamın mesleği bu, bir takım insanlara söz yazdırılıp, albüm yaptırılıyor. Belli kalıplar uygulanıyor. İşte herkesin kulağına uyacak melodiler bulunuyor. Yani bizim yaptığımız albümlerde, hiçbir şekilde özellikle şarkı yapmak için aranmış şiir yoktur. Birden bire şiir okurken, ritimler gelmeye başlar. Bu çok da anlatılacak bir şey değil. 'Nerde Ellerin' şiirini Yıldız yokuşunu çıkarken yaptım. Şiir daha önceden aklıma takılmıştı, hep kafamda o şiirdeki sözcükler dolaşıyordu. Bağıra çağıra o yokuşta okumaya başladım.Eve vardığımda hemen gitarı alıp, notalara döktüm. Tabii ondan sonra üzerinde ciddi bir şekilde çalıştık.


Daha önce Işığın Yansıması ile çalışmalarınız olsa bile, sadece bu albümde vokalde yer aldınız. Neden? Ali Erenus: Ankara'da yaşıyordum, beraber çalışmamız için zaman ve mekan çok uygun değildi . Şu anda İstanbul'dayım ve beraberiz. Daha önce bir çok grupta çalışmama karşın, Işığın Yansıması çok özel. Bu grupta bir terslik var. Yaşadığım her grupta, mutlaka bir tartışma, çekemezlik oldu. Ama bu grupta böyle bir şey söz konusu değil.O terslik hala devam ediyor.


Bazı şarkılarda sesinizi operacı gibi kullanmışsınız.

A.Erenus: Onbeş yaşından bu yana şarkı söylüyorum. Sanatçı olarak değil de kendimi bir şarkıcı olarak görüyorum. Üniversite'de müzik eğitimi aldım. Orada bir ses nasıl kullanılır, duygu nasıl daha fazla verilir, hangi tekniklerle şarkı daha iyi söylenir . Bütün bunları oraya girdikten sonra öğrendim. Operaya gelince söylemek istediğim şey opera değil. Doğru şarkı söylemek istiyorsanız mutlaka bazı tekniklerin üzerinden yürümek lazım. M.Özyüksel: Ben Ali'nin opera tarzında şarkı söylüyor yorumunuza katılmıyorum. Ali, opera konusundaki donanımından da yararlanarak, rock söyledi. 'Operacı' gibi söylemek benim çok tutmadığım bir şey. Ali, işi daha da güzelleştirmek amacıyla bazı opera tekniklerinden yararlanmış Doğrudan operacı tekniğiyle söylediğini düşünmüyorum.

A.Erenus: 'Nerde Ellerin'de albümde çoğunlukla göğüs sesi, bazı yerlerde de şan teknikleri kullanıldı. Şan teknikleri çok bazlıdır. Bir şarkıcının o teknikleri minimal kullanması lazım. Yoksa televizyonu açtığınızda gördüğünüz on kişiden dokuzunun söylediği şarkı gibi söylemeye başlarsınız. O da doğru bir şarkı söyleme tarzı değil.Eğer bunu söylüyorsanız, ona katılırım. Ama yüzde doksan göğüs sesi kullanıldı.


Zaten bu yorum birkaç şarkıda var. Genelde diğer şarkıları farklı tekniklerde söylemişsiniz. M.Özyüksel: Örneğin Lavinia şarkısını başka türlü algılamıştık. Özdemir Asaf'ın oğlu Olgun Arın, Lavinia'nın gerçek hikayesini anlattı bize. Babasının nasıl bir aşk yaşadığını en ince ayrıntısına kadar anlattı. Biz de oğlunun isteği üzerine, Özdemir Asaf'ın hangi duygularla bu şiiri kaleme aldığını göz önünde tutarak yaptık. Yani Ali'nin bu şarkıdaki yorumu şairin oğlunun isteklerinin göz önünde tutulduğu bir yorum, karşılıklı saygı gereği...


Başka insanların öykülerine girmek nasıl bir duygu?

A.Erenus: Şiirleri okuduğum zaman elbette etkileniyorum, ama müzikle beraber olduğunda etkisi daha farklı oluyor. O zaman ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. Hikayeyi özümsemek gerekiyor, o olmadığı zaman yapmacık oluyor. Şu anda karşınıza frakla da çıkabilirim. Ama bu çok komik olur. Üstünüzde sırıtır. Mesela yazdığım, bestelediğim şarkılar oluyor. Bazen üzerime oturmadığını hissediyorum. O zaman arkadaşlarıma veriyorum o şarkıları.

Örneğin 'Kendi Gücüne Güven' şarkısını pek beğenmedim. Belki bunda klavyenin etkisi de olabilir.

A. Erenus: Albüm hakkında daha önce yaptığınız kritikde klavyenin pop tarzında çalındığını ifade etmişsiniz. Buna katılmıyorum. Örnegin, Supertramp'de de bu tür piano soundları var.

M.Özyüksel: Eğer klasik deseydiniz bu söylediğinize katılırdım. Çünkü klavyeyi çalan arkadaşımız poptan hiç hoşlanmadığı gibi, Devlet Opera ve Balesinin şefidir. Klasik müziğe yöneliyor deseydiniz olabilir derdim.


Rock müziği ile ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Rock önceye oranla daha yaygın. Pop ilerde yüzünü rock'a dönebilir mi?

M.Özyüksel:Türkiye'de bir çok şeyin içi boşaltıldı. Rock için de bunu düşünüyorum. Oysa ki rock'ın, ya da benim kafamdaki rock'ın felsefi bir boyutu var. Radikal olmasa bile muhafazakar olmayan, uzlaşmayan, başka bir dünyayı savunan tarafı var. Bir derinliği var. Pop adı üstünde, popülerden geliyor. Kolay

tükenen bir tarafı hatta amacı var denilebilir. Bu yüzden daha yüzeyseldir, belli kalıpları vardır.Adeta klip formatındadır. Dünyada da böyle. Standartlaşmakta belki de en doğru kelime maalesef poplaşmaktır.Oysa biraz daha sağlam durulsa, bir noktaya gelmiş insanlar rock müziği içersinde ayakta kalabilir. Zira rock zor dinlenen bir tür de değildir. Ne yazık ki piyasa bilinçsiz aceleciliği ile bu konunun başlıca yönlendiricisidir.


Deniz Durukan

2002

No Response to "Saat Dursa da Akar Zaman"

Yorum Gonder...