8 Aralık 2009 Salı

Altırkırkbeş

Öncelikle Altıkırkbeş sadece bir yayınevi değildir. Biz özellikle son 3-5 senedir kendi aramızda Altıkırkbeş’e, ‘oluşum’ diyoruz ki bizi gerçekten yakından takip edenler de böyle görüyor Altıkırkbeş’i. Altıkırkbeş neden yayınevi değildir? Şöyle diyim, herhangi bir yayınevinin kapısını çaldığında sana niye geldin? Diye sorarlar. Burada öyle birşey yoktur. Herhangi biri buraya gelip, merhaba deyip, istediği kadar oturabilir. Kimse ona çay, kahve içer misin? Sigaran var mı? Haricinde soru sormaz. Bu bir ölçü. Bu anlamda herhangi bir yayınevi çizgisinden çok uzağız. Çalıştığı insanlarla, kendi çalışanlarıyla, okurlarıyla çok içiçedir Altıkırkbeş.

Daha önemlisi yapmaya çalıştığı yayıncılık, Türkiye standartlarında bir yayıncılık değildir. Ticari olmayan bir yayınevidir.

Evet! Siz şiir bile basıyorsunuz değil mi? Ne türde şiirler basıyorsunuz?

İğrenç şiirler basıyoruz. Bir iki istisna vardır aralarında mutlaka ama genelde iğrenç şiirler basıyoruz. Pulp şiir de basmaktan öte, gerçekten hiçkimsenin basmayacağı kitaplar bunlar. Bu demek değil ki önümüze gelen tonlarca dosyanın hepsini basıyoruz. Çoğunu geri çeviririz.

Niye?

Çok geliyor. Pulp olan ya da boktan olan herşeyi basmıyoruz. Tam aksine aslında neyi yayınlayacağımız tamamen o an ki psikolojiyle ilintili. Dediğim gibi Altıkırkbeş, ticari olmayan bir yayınevi. Dolayısıyla tamamen yöneticilerinin kişisel arzuları doğrultusunda kitap basıyor. Evde otururken bunu bassak diyoruz ve basıyoruz.

Diğer yayınevlerinden farkı ne peki?

Onlar para kazanmak için kitap basıyor. En azından ‘long seller’ denen şey. 3 ayda bitmeyecek ama birkaç senede de olsa bitecek kitap basıyor. Hepsinde böyle bir kaygı var. Biz ise en çıplak anlamda kapitalist bir yayınevi değiliz. Altıkırkbeş’in sömürmek ve sadece para kazanmak gibi bir derdi yok.

Mesela Kaan’a bunu basalım mı dediğimde; “Basalım, batalım amına koyiyim!” der. Altıkırkbeş böyle bir yayınevidir işte. Onun yanında da bize göre çok değerli şeyler basıyoruz. Aslında alttan alta da (ülkede) eksik (olan) şeyler basıyoruz. Var olmayan şeyler basıyoruz. Yabancı şeyler. Mesela bu aralar Mckenzie Wark’ın Hacker Manifestosu’nu çıkaracağız. Türkiye’de hiç basılmamış, hiç tanınmamış bir adam Wark. Kullandığı lugat açısından da, İnsanların yabancı olduğu bir yazım tarzı olacak orada.


Bir de film çektiniz değil mi?

Aslında iki tane film çektik. İlk filmimiz, 4-5 sene önce çekilmiş olan ‘Buruk Acı’ idi. ‘Uluma’ ise ikinci film. Gösterimleri daha yeni bitti. Yakında da Vcdsi çıkacak. Türkiye için değildi bu film. Amerika’ya bir hediye olarak düşünüldü. Bizim buradan, sizin orası böyle görünüyor demek için çekildi. Orta metrajlı bir film oldu.

Film aslında bir şiir performansı. Film boyunca Allen Ginsberg’in ‘Howl’ adlı şiiri okunuyor ve bu sırada da gizli saklı yerlerden kamera da insanları çekiyor. Bu bizim insanlarımıza yeterince uzak bir durum çünkü Türkiye’de elini sallasan şaire çarparken, kimse şiir okumaz. Şiir kitapları satılmaz. Ama film bize gösterdi ki; şiir, gerçekten okunması gerektiği gibi okunduğunda insanlar size geri dönüyor.

Türkçe mi okundu?

Okuma türkçeydi evet.

Peki bir şiirin başka bir dile çevrilmesi onu ne kadar aynı şiir yapar ki?

Çeviri kavramı hakkında tartışılmaz elbet. Yanlıştır bu (çevirmek yani). Şiirin ritmini, Türkçe’ye kazandırmaktı bizim yaptığımız. Aslında bir metni çevirmek için gerekli en son şey dili bilmektir. Howl’u çevirebilmek için Beat kuşağının tarihini, alt kültürünü, karşı kültürünü çok iyi bilmek gerekir. En son şey kelimenin anlamını bilmektir. Bunu da başardığımızı düşünüyorum.

Sizce neden Altıkırkbeş eski ruhunu yitirdi deniyor? Kayıp bir yayınevi misiniz?

Güzel ve anlamsız bir soru bu. Bu soru, 2005’te, bizim ikinci kuşak okuyucu kitlesi dediğimiz okuyucularımızdan çıktı. Bu soruyu soranlar altıkırkbeşi daha çok bilim kurgu ve fantastik edebiyatla tanıyan, bunlardan başka kitaplar bastığımızdan bihaber olan salak bir kitle. Biz bu türde kitapları basmayı kesince, böyle demeye başladılar. Oysa ki bizim ilk kitlemiz, bilimkurgu ve fantastiği kastederek “ne demeye böyle kitaplar basıyorsunuz” demişti.

Şimdi ise üçüncü bir okur kitlesi oluşmaya başladı. Bunlar bizi son iki senedir tanımaya başlayan 80-90’lı yeni jenerasyon. Biz özellikle bu yeni kuşaktan ümitliyiz. Bu kuşak, daha verimli bir kuşak olacak ileride çünkü bunlar geriye baktıklarında, Altıkırkbeş’in 1990’da bastığı ilk kitabı da, bilim kurgu kitaplarını da, Beat kuşağını da, çağdaş edebiyat ürünlerini de görüyorlar.

Son iki senede 20-30 kitap yayınladık. Ama bunlardan habersiz onanlar böyle bir soru ortaya attı. Gerçi şöyle bir tarafı da var bu konunun, biz 2005’ten beri birtakım başka işlere de giriştik ve yayıncılığı biraz geriye çektik. Biraz nefes aldık fakat hiçbirzaman kitap basmayı bırakmadık.

Ayrıca Bir yayınevinin periodik olarak yılda bilmem kaç kitap basması da gerekmemektedir. Bir yayınevi kitap basmayarak da yayınevi olarak kalabilir.

Peki yayınladığınız kitaplar içinde en çok hangi yazarlar ve türler tercih ediliyor?

Çok açık söyliyim, son iki senedir bazı istisnalar haricinde artık bilim kurgu basmama kararı aldık. Bunun tek istisnası var, P.K. Dick, ondan vazgeçmemiz imkansız. Bu da Onun edebi ve entellektüel tabanından kaynaklanıyor. Ancak bu demek değildir ki asla bilim kurgu basmayacağız; öyle bir kitap gelir ki basmadan edemezsin. Ancak dediğim gibi bundan böyle daha çok kuram sanat sinema serisine ağırlık vereceğiz. Özellikle son bir senedir sanat kuramlarına ağırlık vermeye başladık. Türkiye’de ilk defa futürizm üzerine Futürist manifestoları bastık. Derli toplu ve eksiksiz olarak Dada metinlerini yayınladık. Yakın zamanda da üç büyük sürrealist manifestoyu tek kitap halinde basacağız. Vs…

Sanat, sanat kuramı, sinemanın yanısıra tabii çağdaş edebiyat ve beat kuşağının eserlerini de basmaya devam…

Son yıllarda okunan kitaplarda bir değişiklik oldu mu? İnsanlar artık kolay okunan kitapları tercih ediyorlar deniyor sizce bu doğru mu? Yani klasikler öldü mü?

1998’den sonra herşey öldü. Okur proflili gerçekten değişti. Fena halde ucuzladı ve aşağıya çekildi. Kaba tabirle 90’lar dediğimiz o şey, bizim romantik şekilde aradığımız özlediğimiz birşey haline geldi. Ama bu konuda tamamen umutsuz değilim; belki bir gün küçük bir devrim olur ve böyle bir okuyucu kitlesi yine doğar. Aslında 90’ların okur kitlesi yok olmadı ama yerine yeni okur gelmiyor. Eskiden bir kitap 3000 adet basılırdı. Bugün 1000 adet tercih ediliyor. Hatta bazı spesifik kitaplarda, 1000’in bile altında basılıyor. Böylece kitapların depoda bekleyerek size acı vermesi de engellenmiş oluyor.

New age dediğimiz kitle aklı havada bir kitle zaten. Örneğin Tim Burton’un İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü’nü bastık. Güzel gidiyor fakat Tim Burton çantalarından yüz kat daha az satılıyor kitap. Bizim sokakta gördüğümüz gotik ablalar, gidip Tim Burton’un kitabını almıyor; en fazla filmini seyrediyor hatta onu bile seyretmiyor. Taşıdığı çantadaki imajın ne olduğunun da farkında değil.

Niye?

O kadar beyni var. Şöyle söyliyim bence okumayan, gerçekten okumayan insan hiçtir, sıfırdır. Bu insanlara karşı tiksinti duyuyorum. Onlardan da çok fazla var. Okur oranı çok az Türkiye’de. Şöyle örnek verebilirim; Ayrıntı Yayınlarından çıkan, Guy Debord’un kitabının ilk baskısı on iki sene önce yapılmış, 2. baskısı daha bu sene içinde yapıldı. Böyle bir adamın bile kitabının ilk baskısı on iki sene de bitmiş.

Bu bir reklam sorunu olabilir mi?

Kitap için reklama ihtiyaç duyan okur, gerçek okur değildir. Gerçek okur, yayınevinin peşinden koşar. Hangi yayınevi neyi yayınlamış bilir. Kitapevinde aradığı kitabı bulamadığında, bu kitap yok niye yok getirin der. Okurluk budur. Okurluk bilmem ne gazetesinin bilmem ne ekinde yayınlanmış diye gidip kitabı almaz. Kitapevleri de buna çanak tutuyor tabi, eskiden kitapevlerinde çalışan insanlar kitap manyağı insanlardı. Kendileri de okurdu. Artık marketing sistemine yönelik işler yapıyorlar. Kitapevi senin çıkardığın kitabı sergilemediği sürece okur onu göremeyebilir. Bön kitle ise o kitabı rafta görmediği sürece almaz. Bir kitabı sürekli rafta tutun o kitap satar.

Artık herşeyin olduğu daha çok kitapevi var ama.

Eskiden daha nitelikli daha çok kitapevi vardı. Bunlar hep birbiriyle ilintili şeyler. Okur, yayıncı, kitapevi. Bunların birinde bir sorun olursa hepsi sekteye uğrar.

Bir kitapevine yayınevlerinden hergün bir çok kitap geliyor. Bunların her birini sergileme imkanı yok. Alkım’da üç tane yeni çıkanlar rafı var. Burada sergilenen kitaplar imajla hareket eden okuyucuya hitap ediyor işte. Yoksa dediğim gibi gerçek okuyucu neyin çıktığını bilir zaten. Bu bilinçle ilgili birşey, bu 90’larda vardı işte ama ben dediğim gibi 5-10 yıl içinde daha bilinçli bir kitlenin ortaya çıkacağına inanıyorum. Gerçek okuyucunun yok olacağına inanmıyorum.

Yılda kaç kitap yayınlıyorsunuz?

Bize kalsa ayda iki kitap yayınlamak taraftarıyız ama Türkiye’nin durumu bizim ayda iki kitabımızı kaldırmıyor maalesef. Kitap çıkarmak mesele değil ki, çıkardığımız kitapları insanlar almıyorsa, kitap çıkartmanın bir anlamı da olmuyor. Kaan, “basmak değil bastığını satmak gerek” der ki çok haklı bu konuda. Kitaplarınız depoda kaldığı sürece kitap çıkartmanın da bir anlamı yoktur. Maddi olarak da imkansız birşey bu. Keşke okuyucu kitlemiz sayıca daha fazla olsa da biz ayda iki kitap çıkarabilsek. Bunun yerine iki ayda bir kitap çıkarıyoruz. Önemli olan nitelikli olarak sağlam adımlarla yürümek. Yoksa çok kitap basmakla yayıncılık yapılmaz. Yayınladığın kitaplar senin kendi kafanda hedef aldığın kitleye ulaşmıyorsa kitap çıkartmanın ne anlamı olacak ki? Özellikle bizim yayınladıklarımızın da niteliğine bakarsan zaten “bir avuç okur için” yayınlandığını görürsün. Onlar da her ay çıkardığın üç kitabı alamaz.

Tabi bir de kitapların fiyatları meselesi var. Kimileri fiyatlarımızı yüksek buluyor fakat bilmedikleri şey o kitabın bize kaça mal olduğu. Bir kitabın telifine 3000 dolar ödedimiz de oluyor, çevirmenine para ödüyorsun, çalışanlarının parasını ödüyorsun, Kültür Bakanlığından bandrol alıyorsun. Zaten kitabın fiyatının yarısını direk dağıtımcıya veriyorsun. Yayınevine kalan çok komik bir rakam oluyor böylelikle.

Niye yayınevinizde kitap satmıyorsunuz?

Yayınevinde tüm kitapları bulundurmak zor. Ayrıca burası bir kitapevi değil. Bununla birlikte bugüne kadar kitap almak için geleni de geri çevirmedik. Ama buraya gelen insanlardan aldıkları kitapların parasını zaten isteyemiyoruz. Bir şekilde muhabbet ortamı oluşuyor. O noktada para istemek olmuyor.


Yeni yazarların ilk kitaplarını basmak konusundaki yaklaşımınız nedir?
(acaba kendileriyle görüşmeye gelen bir -zavallı-yazarı kaç dakida içinde -nazikçe-kovuyorlar?)

Bu da işte ilk sorunun cevabıyla ilintili bir soru. Biz bugüne kadar kimseyi kovmadık. Gerçekten çok abuk subuk bir sürü şey de geliyor. Cevap vermediğimiz olmuştur; ya maili görmemişizdir ya da Bulk’a düşmüştür. Ancak birebir görüşmelerde ve postayla gelenlerde cevap vermediğimiz hiç olmamıştır.

Kişi gelip dosyasını veriyor, derdini anlatıyor. Sana şu kadar süre içinde cevap vercez diyoruz zaten. Ancak her yayınevinin kendi kriteri var. Gelen eseri o şablona göre değerlendiriyorsun uyarsa basıyoruz; uymazsa basamayız, tarzımıza uygun değil diyorsun.

Misal Altıkırbeşin şablonu üç aşağı beş yukarı belli, buna hiç de uymayacak dosyalar da geliyor mu?

Geliyor tabi. Hemde inanamayacağın kadar çok geliyor. Mesela biz hiç tarih kitabı basmadık ama Osmanlı tarihi üzerine denemeler de geliyor. Akedemik bir oluşumun basması gereken şeyler de geliyor. Tonlarca negatif şey geliyor. Önemli olan karşındakini kırmamak. Bunun için cevap vermek en iyi yol. Bu noktada yaptığı şeye sırt dönmemesi gerekiyor. Bir yayınevinden olumsuz yanıt almak insanların direncini kırmamalı.

Özellikle yeni yazarlar için yayınevleri kabus gibidir.

Aslında haksız değiller, birşekilde işi ciddi tutmak zorundalar ki ipin ucu kaçmasın.

Fakat çoğu zaman ciddiyetle saygısızlık arasındaki çizgi bozuluyor. Sen bir emek vermişsin, yazmışsın ve karşılığında bu derece umursamaz olmak ne kadar doğru?

Açıkça söylemek gerekirse bana dosyalar, email yoluyla, postayla ya da elden ulaştığında ki en zoru karşı karşıya olduğunuzda oluyor; kitabınızı yayınlayamayacağız demek. Email yazarken bile 4 defa okuyorum karşımdaki insanı kırmamak için. Fakat neden diye sorduğunda işin rengi değişiyor işte. Neden? Sorusuna cevap vermeye çalıştığım andan itibaren editör değil; eleştirmen olurum. O zaman da sen eleştirmen misin? diye sorar adam. Benim titrim eleştirmenlik değil ki.

Ama ister istemez kitabının basılmayacağını duyan biri neden diye sorar. Sizin yayınevinize mi uygun değil; yoksa iyi mi değil diye bilmek isteyecektir.

Onu söylüyoruz canım. Biz bu kitabı basamayız çünkü... diyerek belirtiyoruz. Genelde yazdığınız şey Altıkırkbeş kriterlerine uymuyor. Oluyor yanıtımız. Ya da aslında biz bunu basarız ama bizim için yetkin değil. Yine de bu bizim görüşümüz sen yoluna ve etrafı tırmalamaya devam et deriz. Biz ya da başka bir yayınevinin basmaması yazdığınız şeyin basılamaz olduğu anlamına gelmiyor. İnsanların burada yapması gereken buna saygı duymak. Buraya gelen her kitabı basmak mümkün değil ki. Olaya biraz da yayınevi çerçevesinden bakmak lazım.

Kitabının Altıkırkbeş’ten çıkmasını isteyenler neler yapmalıdır?

Kitap yazmalıdır. Sonra bize göndermelidir. Yapması gereken bu.

Ancak bir yayınevine gitmeden önce kişinin araştırma yapması gerekiyor. Yazdığı şeye uygun yayınevlerini bulması gerekiyor. Birçok yayınevi var Türkiye’de. Üç beş yayınevlik bir liste çıkarmalı kendine ve ilk sıradan başlayarak denemeli. Altıkırkbeş öyle kitap basmamak için çaba sarfeden bir yayınevi değil. Ancak ticari bir yayınevi olmaması, imkanlarının kısıtlı olması, sistemin içinde olmaması da çok rahat hareket etmesini engelliyor. Yoksa ben içinde değer bulduğum herşeyi basmak istiyorum. İlk kitap ya da beşinci kitap farketmez. Altıkırkbeş, dışardan bakıldığında öyle görünmese de; buradaki insanlar vurdumduymaz değildir. Üç tane editörümüz var ve bu insanlar gelen tüm yazıları zamanlarını verip okuyorlar. Harcanan emeğe ve yaratılana gerekli değerli vermediğimiz düşünülmesin.

Size bir kitap ulaştığında ilk olarak neye dikkat edersiniz?

Böyle bişiy yok. İlk yapılması gereken onu okumaktır. Belki diğer yayınevlerinin teknik bazı kriterleri vardır bilemiyorum.

Ancak şunu söylemeliyim ki kişi yayınevlerine email yoluyla yazdıklarını göndermektense kendisi gitmelidir. En azından dosyasını kargoyla yollamalıdır. Bu emaili ciddiye almıyoruz demek değil fakat birebir konuşmak gibi olmuyor. Belki aradaki diyaloğu bile sevecek editör. Ayrıca kitap olarak basılmasını istediğin birşeyi sanal olarak yollamak ciddiyetsiz geliyor.

Yeni yazarların kitaplarını yayınevlerine bırakmaları için uygun bir zaman var mıdır?

Yazın bırakmasınlar. Yazın sistem durur, yayınlanan kitap sayısı düşer, çıkan kitapların niteliği değişir, ticari, cılkı çıkmış kitaplar basar yayınevleri, amaç paraya döner. Sonbahar daha iyi.

Bir birikme varsa? Yazın verilen kitabın sonbaharda okunması mümkün değil mi?

Yok ya! Hiçbirşey birikmez. Bana verilen şeyleri bana verildiği gün okumayı severim mesela. Birşeyi bir yere koyup, bir ay orada bekletmek etik değil herşeyden önce. Karşısındaki bir cevap bekliyor sonuçta.

Türkiye’de kitap yayınlatmak zor mudur?

Türkiye gibi bir ülkede ilk kitabı bastırmak hakikatten zor. Bunu kabul ediyorum ama bunda yayınevinin suçu yok. Çok aptalca bir cümle kurayım, keşke benim 5 milyon dolarım olsa ağzına sıça sıça yayıncılık yapsam ve bir kitabı 1 milyona satabilsem ama böyle birşey yok.

Bir kitabı yayınlama süreci nasıl işler? Ne kadar zaman alır?

Aslında bunun bir zamanı yok. Bu insanlara evet biz bunu bascaz dediğimizde tek istediğimiz şey ne zaman nezaman diye sorulmaması. Bu, bir ayda olabiliyor, bir yılda olabiliyor. Bunu belirleyen şey yayınevlerinin yayın listeleridir. Her gelen kitap, o listeye eklenir ve zamanı gelince de basılır. Sıra bozulabilir tabi, bu güncel olaylarla, ilgi odaklarının değişmesiyle, sosyal bir olayla değişebilir. Ya da birşey gelir çok beğenirim ve önemli bulurum onu ilk 5 e koyarım bu konuda kimsenin kırılmaması gerekir. Bu bir sistem sonuçta. 6 yıl sonraya tarih veren yayınevleri var.

Yeraltı edebiyatı nedir? Ve Türkiye’de yeraltı edebiyatının durumu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Türkiye’deki yeraltı edebiyatının durumu bizi ilgilendirmiyor.

Yeraltı edebiyatının anlamı bilinmiyor ki! İçinde am, göt, sik geçen, sokak diliyle yazılmış herşeye yeraltı edebiyatı deniyor. Bir kitabın kapağına yeraltı edebiyatı yazmak onu yeraltı yapmaz.

Yeraltı edebiyatı çok satamaz. Satıyorsa bunda bir araz vardır. Yeraltı karşı kültür kavramıyle ilintilidir, ki benim için bu Amerikan menşeli bir kavramdır ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Beat kuşağının da katkısıyla ortaya çıkmıştır. Çok içerden bilmeyenlere safsata gelir.

Bununla birlikte Beat kuşağı yeraltı edebiyatı değildir. Beat kuşağı, Beat kuşağıdır. Beat edebiyatı da, beat edebiyatıdır. William Burroughs, yıllardır dünyanın en büyük 100 edebiyatçısı arasındadır. Çıplak şölen, dünyanın en iyi 100 kitabı arasındadır. Bunlar onu ticari kılar! Dolayısıyla da yeraltı edebiyatı değildir. Bukowski ise kendi çıkardığı dergileri evinde kendi zımbalarken; teksir makinasında basarken yeraltı edebiyatı İdi. Fakat yetmişine doğru milyon dolarlar kazanmaya başladığında artık yeraltı edebiyatı değildir. (Yanlış anlaşılmasın bunu hak ediyordu da.)

Amerika’da ‘second coming revolution’ denen birşey var. Türkiye’ye yabancı bir kavramdır bu. Örneğin, A.D Winans, Türkiye’de kimse bilmez ama Amerika’da Small Press denen yayıncılıkla 100’er, 50’şer kitapları basılır, 50 tane kitabı vardır rahat. Türkiye’de böyle bir yayıncılık yok; buna en yakınını Altıkırkbeş yapıyor.

Yeraltı, içerikten ziyade teknikle birleşen birşeydir. Fanzincilikle kitabın arasında çok ince bir çizgide durur. İngiltere’de Sabotaj isimli bir yayınevi var ve farklı alanlarda birçok kitap basmaktadır. Bu yeraltı bir yayınevidir ve tüm kitaplarını zımbayla birleştirip fotokopi usulüyle çoğaltır ve dünyanın her tarafına dağıtılır. Bunlara ise ancak yeraltındaysan ulaşabilirsin.

Çok satan, popüler birşeyi yeraltında tutamazsın dolayısıyla Yolda ve Bukowski yeraltı değildir. Dediğim gibi yeraltı teknikle ilgilidir ve sisteme bir karşı koyuştur. Yayıncılardan ve yayıncılık zihniyetinden nefret eden bir sistemdir. Fanzincilik yeraltıdır. Yazılarını kitap olarak bassan da, herhangi bir sisteme bağlı kalmadan kendi çabanla kitapevlerine dağıtıyorsan bu yeraltıdır.

İlk anlaşılması gereken edebi bir nitelik olmadığıdır. Anarşist Cook Book diye bir kitap vardır ve Anarşistlerin el kitabıdır. Bunu Türkiye’de basamamazsın. Götün yiyorsa bu kitabı bas, o zaman sen yeraltısın. Buna karşı çıkanlar olabilir olsun.

K.K.K, bundan 1.5 yıl önce, kıyı yayınlarından çıkan Yolda’yı sayfa sayfa taradı ve scan etti, pdf haline getirip internete yaydı. Bu yaptığı yeraltı edebiyatıdır. Yeraltı yayıncılığıdır. İlk önce Yeraltı yayıncılığı olmalı ki, o ülkede yeraltı edebiyatından söz edilebilsin.

Türkiye’de karşı-kültür ile alt-kültür lafı birbirinin yerine kullanıyor. Alt kültür varoştur. Karşı kültür ise temelini Amerikadaki sözünü ettiğim hareketten almaktadır. Karşı kültür olan Beat kuşağının romantik olarak özendiği evsizler- yurtsuzlar ise alt kültürdür.

Bugün Türkiye’de yeraltı denen şey, belli bir grup insanı cezbetmek için yapılmış birşeyden ötede değildir.

Son olarak diyebilirim ki yeraltı yaşayan birşeydir ve edebiyata indirgenemez. Sosyolojik bir vakadır. Evet bir edebiyatı vardır ama bu 20 milyona raflarda satılmaz. Evet yeraltından biri çıkıp patlayabilir ama ozaman o başka birşey haline gelmiştir. Dışarı çıkmıştır.

Parasını vererek kitap yayınlayan yayınevleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Eğer kitap nitelikliyse ama yayınevi bunu basmak isteyip maddi olanaksızlıklardan dolayı basamıyorsa; yazarın bunu üstlenmesinde bir sorun yoktur fakat yayınevi bunu para kazanmak için yapıyorsa, o artık yayıncılık değil matbaacılıktır.

Son olarak ilk kitabını yayınlatmak isteyen yeni yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir? (Yazar olmak isteyen biri illa edebiyat dergilerine mi dadanmalıdır?)

Özellikle şiir de öyle birşey var. Referans olması açısından şurda şurda şiirlerin yayınlanması faydalı oluyor. Öyküde de geçerli bu. Ticari anlamda da yazar adayının okucu potansiyeli olduğunu gösterir. Sistem için doğru referanslardır. Katkısı olabilir fakat bir romanı bu şekilde pazarlamak olanağı yok. Ben kendi adıma bunu bir referans olarak görmem.

Bunun haricinde diyebilirim ki kimsenin acele etmesine gerek yok. Henry Miller kitapları basılmaya başlandığında ihtiyardı. Deha keşfedilmeyi bekler demiyorum ama sürenin ve birilerinin basmıyorum demesinin bir anlamı olmadığını söylüyorum. Bu anlamda olgunluğa inanıyorum. Ve ego olgunluk noktasında bir kandırıdır. Yazar adaylarının yazdıklarını biraz demlendirmesi ve acele etmemesi gerektiğine inanıyorum.

Son olarak diyebilirim ki, yapılan şey yaratıdır ve bu anlamda kutsal birşeydir. Çakıl taşıyla altının arasında bir fark yoktur. Birilerinin onun altınına çakıl taşı demesinin bir önemi de yoktur. Eser yazanın ötesindedir ve onun bir değeri vardır. Kimseyi kale almasınlar o konuda...

Özgür Roman

No Response to "Altırkırkbeş"

Yorum Gonder...